Saturday, October 1, 2005

sarı, sapsarı sıkıcı bir cumartesi

cumartesilerin benim için verimli geçtiğini söyleyemem. kot pantolon ve spor ayakkabılar bende hep bir rahatlık, gevşeklik hissi uyandırmıştır. bu ciddiyetsizliği buna bağlıyorum biraz da.

neyse, o gevşek anlardan birinde, pencereden dışarıyı izliyorum. sarımtırak bir hava var.

bulutların arkasından ben burdayım diyen soluk bir güneş, sonbaharın gelişiyle birlikte sararmaya başlamış yapraklar, karşıdaki dış cepheleri sarıyla boyanmış iki dev bina, otoyolun her iki tarafındaki beyaz/sarı karışımıyla boyanmış kaldırım, hemen sağ tarafımdaki ağaç sarısı rengindeki çalışma/bilgisayar masası, klavye tuşları üzerinde gidip gelen bir çift sararmış kol; bunların hepsi daha sarı bir ton veriyor ortalığa.

bu arada yoldan geçen 12-13 yaşlarında iki çocuk, karın tokluğuna otoparkı korumakla mükellef köpeklerden birine taş atıp kaçıyor.

koskoca gökyüzünde, maviliğini anımsatacak tek bir yarık yok. sanki havanın renksiz olduğunu değil de, sarının yüzde biri açık bir tonu olduğunu düşüneceğim.

sevmiyorum böyle sarı havaları. bir kaç gündür tüm o bulutlanmalara rağmen yağmadı, ondan böyle kasılıyor. yarın yağmur bekleniyormuş, iyice yağsa da, o da rahatlasa, ben de.

Wednesday, June 15, 2005

simit cafe

bugün henüz 3 haftadır tanıdığım biri benden kendisini anlatmamı istedi. iyi bir gözlemciyim ama birini 20 günde ne kadar tanıyabilirsin ki? 20 yıldır tanışıp da birbirini tanıyamayanlar varken. yine de kırmadım, tanıyabildiğim kadar anlattım, teşekkür etti.

işten erken çıktım bugün, erken dediysem 10 dakika geç. asansöre bindim her zamanki gibi. çantamda cüzdanımı ararken asansör durdu, kapı açıldı. zemine geldik diye sanıp çıkmaya hazırlanırken beyazlar giyinmiş hoş bir kız da içeri girmeye çalışıyordu bir yandan da

"gerçi burası 1. kat ama" diyerek.

"hadi yaa" dedim, geri çekilerek. karşılıklı gülüştük, "yerçekiminden anlamalıydım" demedim ukalalık olmasın diye. deseydim iyi olurdu, böylece esprili ve zeki biri olduğumu sanabilirdi. yaka kartına baktım 'gıda mühendisiymiş'. ismini aklımda tutmaya çalıştım, böyle tipler zekaya ve espri yeteneğine önem verirmiş. asansör zeminde durup kapısı açıldığında bana yol gösterdi gözleriyle 'çıkın' diye, ben de kibarlık yapıp 'önce siz buyurun lütfen' dedim, eksilerde inecekmiş 'yok ben daha ineceğim' dedi. gülüştük tekrar, ben çıktım öküz gibi bir şey demeden, arkamdan 'iyi günler' diye seslendi, ben de 'iyi günler' dedim her zamankinden yüksek bir ses tonuyla.
ismini hatırlayamıyorum şimdi, iyice bakamamışım demek ki. bir daha karşılaşır mıyız? karşılaşırsak bu olayı hatırlayıp güler miyiz? aslında komik bir olay sayılmaz ama güleriz herhalde.

binadan çıktım, yokuş yukarı bir merdiven çıkmam gerekiyor. merdivenlerden çıkarken yukarıda tırmanmaya çalışan bir çift gördüm. dişi olan üç basamakta bir durup yanındakine anlam veremediğim figürlerle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. sakar kız yanlarından geçerken koluma çarptı, düşer gibi oldum ama hemen toparlandım, etkilenmemiş gibi yaptım, oralı bile olmadım. özür diledi, 'sorun değil' diye yanıtladım yüzlerine bakmadan, hızla uzaklaştım.

önümden geçen taksilerden birinin arka koltuğuna gömülmüş güzel sayılabilecek bir kız gördüm. hafif tiki havası sezinlemedim diyemem ama olsun, tikiler de insandır. gözlerimi kapatıp hepsini kucaklayabilirim. yoluma devam ettim ve karşıma ilk çıkan cafe’ye girip meydanı tepeden görebileceğim bir yere kuruldum. gelip geçen insanlar, gelemeyip geçemeyen arabalar. köprü trafiğinden başka ne bekleyebilirsin ki? 18:41 olmasına rağmen alnımın hizasında parıldayan, hafifçe esen rüzgarla birlikte hafifçe yakan bir güneş, açık mavi bir gökyüzü. nereye baksan bir yığın insan kalabalığı. oturup yazmak için her şey hazır. başka ne arar insan? bu şekilde saatlerce oturabilirdim.

cafe'nin girişinde genç bir çift birazdan vedalaşacakmış gibi sarılıp öpüşmeye başladı durup durup konuşarak. bu kalabalık yalnızlıkta yapılacak iş miydi şimdi bu?
canım sıkıldı, başka yöne çevirdim kafamı, mini etek giymiş genç bir kızın bacaklarına takıldı gözüm. sol dizinin üzerinden kalçasına doğru çorabı kaçmıştı. bir ara karşıya geçecek gibi oldu, sonra vazgeçti, benim oturduğum cafenin kapısından içeri girdi. görüş alanıma girse yanına gidip estetik zevkimi bozmaya hakkı olmadığını, evden çıkarken çorabına dikkat etmesi gerektiğini, kaçan çoraplar için ruj, sakız kullanabileceğini ve daha pek çok şeyi söyleyecektim.

cumartesileri çalışmıyorum dedi yanımdaki masada oturan kız yanındaki çocuğa.

sayaç koymaları iyi olmuş ama herkeste hala bir panik, oysa sayaca baksalar görecekler kırmızının yanmasına 22 saniye kaldığını.

saçlarını kazıtmış bir adam daha. muhtemelen microsoft'ta çalışıyordur. ya da en azından bir yerde ıt müdürüdür. şimdiye kadar tanıştığım, gördüğüm neredeyse bütün ıt yöneticilerinin kafası taze verniklenmiş mobilyalar gibi parıldıyordu. itiraf etmek gerekir ki bu onlara daha teknik bir hava veriyor. sadece klasik olanlarda bunu göremezsin. hatta bunların bir kısmında bıyık olduğunu bile şaşkınlıkla görebilirsin. iki türün tek ortak özelliği göbekleri sanırım.
bir gün ben de ıt yöneticisi olursam saçımın tek bir teli bile dökülmemiş olsa, kazıtmaya karar verdim. ama göbek bırakmalı mıyım? işte ondan emin değilim.

çocuk kızın elini avuçlarına alıp küçük bir öpücük kondurdu.

ömer seyfettin bıyıklı, keçi sakallı, uzun saçlı bir adam geçti yolun karşısına, ağzında sigara. belli ki sentez yapmaya çalışmış.

kör bir adam elinde değneği ilerlemeye çalışıyor.

görüntüyü dondurup kelleleri saymaya kalkarsam beş bin'i bulurum herhalde. en kötü ihtimalle iki bin'e kadar duraksamadan sayarım. bir kaçının düşüncelerini okumaya çalıştım: ne yemek yapsam? trafiğin *mına koyim, şefin dötüne. denilson fener'e gelir mi? bankadan para çeksem mi? şuraya otursam yarım saat. muhasebedeki kız motor herhalde, götürmek gerek. tiyatro'ya gitmeli. saç diplerim gelmiş. ayakkabıları boyatayım yarın.

güneş batmak üzere, yanımdaki çiftin ayrılmasıyla birlikte romantizm'de cafe'yi terk etti, yerlerine iri kıyım üç herif geldi. ben de gitmeliyim artık.