Tuesday, December 18, 2007

cumhuriyet

“merkez'den kendini kurtaramayan adama?” “merkez'den disconnectus erectus'a?” “alo? alo beni duyuyor musun be adam?”

onları duyamam. -dışında değil- içinde yaşadığım dünyayla bağlantıları kestim. kimseyle konuşmuyor, gazete okumuyor, televizyon izlemiyor, radyo dinlemiyorum. dışarıda neler olup bittiğini bilmiyor, merak etmiyorum. yaptığım tek şey orada burada çalan şarkıların benimle ilgisi olduğunu düşündüğüm kısımlarına eşlik etmek. ve hep neden diye soruyorum? neden bu kadar ilgisiz, kopuk, bencil, şahsi, şahsi, şahsi, şahsi, şahsi, şahsi, şahsi.

ama dünyanın orta yerinde -neredeyse- inançsız, umutsuz, 6.647.654.324 dünyalıya karşı bir başına henüz kendi kişisel cumhuriyetimi ilan edememişken nasıl dünyayıkurtaranadam olmaya koyulabilirdim? ben dünyayıkurtaranadam değilim, önce kendimi kurtaracak, kendi cumhuriyetimi ilan edeceğim.

Thursday, December 6, 2007

olsa, başlangıçlar sona kalsa

...çocuklar gazoz içerken, bilmem dikkat ettin mi, bir yudum alırlar sonra kaldırıp bakarlar, bir yudum daha alırlar bakarlar. hep başlangıcı koruma isteğidir bu...



usul usul konuşuyorlar aralarında
denize bakıyorlar bazen -çatalını gezdiriyor biri tabağında-
gölgesi bir kuş ölüsü
karşıda yeni budanmış ağacın
-olsa, başlangıçlar sona kalsa-
kolyesiyle oynuyor kadın -tabağımda soyulmuş elma-
saatime bakıyorum sık sık
kapıyı gözlüyorum arada
biraz soğuk mu geliyor ne -kapatır mısın-
sinirli bir kırmızılık suya batıyor
düşünüyorum, ansızın bir dost yüzü
görmemiştim de yıllarca.
gelse
değişmiş çok, yaşlanmış da
sigaramı yakıyor durmadan
istemem diyemiyorum -ama yakmasa-
konuşuyoruz -konuşuyor muyuz-
yazmayı bırakmış çoktan
gerçi bir roman taslağı varmış kafasında
"bir elimde elma elmada bir el"
diyorum
hayretle bakıyor yüzüme
bir bardak bira içiyor, çekip gidiyor az sonra.
kadranı kırmızı saat
plasterle tutturulmuş kırık cam
şurda burda plastik çiçekler
evet, aralık kapıdan soğuk geliyor
tam kalbimin üzerine bu akşam.
ölüm
sen en güzelsin bu saatlerde
büyütmüş yetiştirmişsin beni
söyler miyim hiç sana hayran olmasam.
bugün de ince, bugün de kırıldı kırılacak
bugün de
tam nerede kalmışsam.

[sona kalsa / ec]

Wednesday, December 5, 2007

EAGLES___HOTEL_CALIFORNIA__.MP3



hotel california: kişisel bilgisayarlardan artık müzik de dinleyebileceğimizi öğrendiğimiz 90’ların sonunda –üstelik bir aşk şarkısı olduğu sanılarak- popüler olmasını zamanında bilgisayarlarla haşır neşir genç bir delikanlının, dönemin slow –olduğunu sandığı- şarkıları kopyaladığı cdsinden yirmi kopya yaparak eşe dosta dağıtmasına borçludur. eş-dost’un aynı paylaşım ruhunu sürdürmesiyle bu cd’nin kopya sayısı kısa sürede hatırı sayılır rakama ulaşmıştı. işte bugün taşrada olsun büyük şehirde olsun gideceğin bir mekanda styx’in boat on the river’ından sonra eagles'tan hotel california çalıyorsa bilmelisin ki cd çalar’da çalan şey zamanında o delikanlının yirmi kopyasını çıkarıp dağıttığı asıl cd’nin onuncu göbekten kopyalarından biridir. malum cd’deki diğer dosyalardan bazıları;

STYX_BOAT_ON_THE_RIVER.MP3, LIONEL_RICHIE___HELLO.MP3, BRYAN_ADAMS___EVERYTHING_I_.MP3, EYE_OF_THE_TIGER.MP3, METALLICA_NOTHING_ELSE_MATTERS.MP3, ROXETTE___LISTEN_TO_YOUR_HE.MP3, THIS_IS_MISSING.MP3, BERLIN_TAKE_MY_BREATH_AWAY.MP3, ALPHAVILLE_BIG_IN_JAPAN.MP3.

amına koyim: ilk bakışta karşısındaki muhatabıyla bir cinsel aktivitede bulunma isteği olarak anlaşılabilecek bu ifade esasen –özellikle 14-19 yaş arası erkeklerin jargonunda- bir şaşkınlık anındaki tepkiyi vurgulayarak ifade etmek için kullanılır. cümle içinde kullanımı; “amına koyim lan ronaldo’nun attığı golü gördün mü?”. mahallenin yaşça daha büyük abilerinin aynı durumlar için “hassiktir”, “oha lan şuna bak” deyimlerini kullanıldığı ayniyle vakidir.

hollywood affect: csi-miami, ally mac beal, the o.c. veya desperate hoousewifes gibi dizilerin etkisiyle beyinde gerçekdışı amerikan imgesi oluşması. hayır arkadaşım, onlar da ay ortasında avans formu doldurup personel müdürüne veriyor, parasız kalıp arkadaşlarından borç para isteyebiliyor, taksitle tost makinesi, cep telefonu alabiliyorlar. onların da ütüsüz pantolonla, kirli, çamurlu ayakkabılarla işe geldiği, dolaştığı günler oluyor. onların arasında da belediye otobüslerine binip ayakta kalanlar, akbil gibi bir şey kullanıyorlarsa bazen kredilerinin bittiği oluyor. ve onların da çoğunun kendilerini önemli hissettirecek bir işleri yok; ne bir şirkette üst düzey yönetici ne de bir cinayet dosyasını soruşturan bir dedektifler; senin de yaptığın gibi tüm gün bilgisayar başında oturup arkadaşlarına aptalca e-mailler fwd edip duruyorlar. ve tabi ki ağızlarından çıkan bütün cümleler zekice birer ‘quote’ değil; dizilerindeki, filmlerindeki gibi birbirlerini karşılıklı quote’lerle alt etmeye çalışmıyorlar.

şimdi git ve kendine bir kahve koy.

Sunday, December 2, 2007

proxy sever


artık inanamıyoruz; ama inanana inanıyoruz. artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz. artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz. istemek, yapabilmek ve bilmek eylemleri terk edilmedi ama bir başkasına devredilerek genel olarak ilga edildiler. [jb]

Saturday, December 1, 2007

sevda bir ateş buldu sende*

...sevda bir ateş buldu sende,

eğilip öptü seni
artık kimse denizi bilmiyor

dirseklerini masaya koyuşundan belli
gelip geçen bir günü bitirmek istemediğini
sevda bir umut buldu sende

ey bir yolcu listesinde bir ölüyü arayan
artık kimse gözlerini bilmiyor

*edip cansever

Sunday, November 18, 2007

merhaba ben romeo



yattığı yerden kafasını kaldırmadan gözlerini hafifçe aralayarak kendisini uyandıranın ne olduğunu anlamaya çalıştı; ‘the x files’. en sevdiği televizyon dizisinin melodisiyle bile olsa bu saatte uyandırılmak hoşuna gitmemişti. “siktir ya kim bu saatte arayan” dedi kendi kendine söylenerek. yanı başında duran telefona uzandı, arayanın kim olduğuna bakmadan ve karşıdakinin uykulu olduğunu anlamasını sağlayacak bir tonda “efenim” dedi.

“merhaba, ben romeo” dedi arayan eski zamanların yeşilçam film jönlerinin ses tonuyla. gözlerini birkaç saniyeliğine havaya dikip hafızasına kısa sürecek bir yoklama çekip arayan kişiyi tanımadığına emin olduktan sonra “yanlış numara birader” dedi. “romeo isminde birini tanımıyorum”. romeo’nun bir şey demesine fırsat bırakmadan telefonu kapattı ve ‘bay yanlış numara’nın bir kez daha aramayacağından emin bir şekilde yatağına uzandı.

ama yanılmıştı; “siktir ya”. the x files yine çalıyordu. bu kez yerinden kalkmadan ve hatta gözlerini bile açmadan telefonu kulağına götürdü ve “anlatamadım galiba bay romeo, yanlış numara dedim. tanıştığımızı sanmıyorum”. cümlesini bitirdiğinde gözlerini açmıştı.

“tanışmadığımızı biliyorum” dedi. “ben romeo, gerçek aşkın savaşçısı”.

içinden bir lahavle çekip ve -özellikle karşıdakinin bunu duymasını sağlayacak şekilde- tüm nefesini dışarıya vererek “peki romeo bey, sizin için ne yapabilirim?” dedi. “sizi dinliyorum”.

“yanlış soru” diye karşılık verdi romeo. “sormanız gereken 'benim için ne yapabilirsiniz' olmalıydı”.

“hadi ya. hem sabahın köründe tanımadığın birini uykusundan uyandıracak kadar densizsin hem de ukalasın” dedi. bu kez sesinde kolaylıkla fark edilebilecek bir alay vardı. sonra da ekledi; “benim için ne yapabilirsin ki?”.

romeo gülmeye başladı. “bu şekilde tepki göstereceğini söylemişlerdi” dedi. “ama sana yardım edeceğim”.

lise yıllarında bıyıkları yeni terleyen hıyar arkadaşlarının yaptığı eşek şakalarını hatırlatan -bu hiç de komik olmayan- şaka gibi telefon çağrısına ve sözüm ona romeo’ya sinirlenmemek mümkün değildi. “ne yardımı birader, ne diyorsun sen kaplama?”. bu kez ses tonunu evdekileri de uyandıracak bir şekilde yükseltmişti.

“sinirlenme hemen. aşk hayatında problemler yaşadığını duydum. sana bu konuda yardım edeceğim. ben romeo, gerçek aşkın savaşçısı.” dedi bay romeo.

sonra sorular üst üste gelmeye başladı; “gözüm bundan sana ne? nereden duydun? kim söyledi? hem nasıl yardım edeceksin”. bir yandan da iyice meraklanmaya başlamıştı. the x files melodisiyle uyandırılmak belki de günün kalanının heyecanlı bir the x files dizisi kıvamında geçeceğine dair bir işaretti.

“bir saat sonra kadıköy starbucks’ta. geleceğini biliyorum. devamını ve sana nasıl yardım edeceğimi orada anlatacağım." dedi romeo.

“peki” dedi. “tuhaf ve saçma olduğunu bilsem de içimden bir ses gitmemi söylüyor. geleceğim. peki seni nasıl tanıyacağım?”.

“ha ha” diyerek güldü. sesinde karşıdakini nihayet yola getirmiş birinin verdiği tepeden bakan bir hava vardı. “belki söyleyeceğim çok klişe ama içindeki sese kulak ver. beni tanırsın. ben orada olacak herkesten farklıyım. geniş yakalarım var. ben romeo, gerçek aşkın savaşçısı beep beep beep beep beep beep”. bu kez telefonu kapatan romeo’ydu.

gitmeliydi. evet kadıköy starbucks’a gidecekti. ayağa kalktı, seslere uyanan babasından bir yandan rutin sabah ereksiyonunu saklamaya çalışırken bir yandan da durumun önemli olmadığını anlatmaya çalışıyordu. duş almak için banyoya doğru giderken, hamburgercide tanıştığı ‘piliç’e “i’m unemployed and i live with my parents” diyen george costanza’dan tek farkım bir işimin ve tepemde hala saçlarımın olması dedi kendi kendine. bu kez kendine sinirlenmişti; “sikeyim, eşek kadar oldum hala ailemle yaşıyorum”.

14R otobüsünün gelmesi için durakta fazla beklemesi gerekmemişti. akbilini dokundururken fazla kontörü kalmadığını görünce indikten sonra kontör yüklemeye karar verdi. önlere doğru ilerlerken otobüsteki kızların hepsinin ama hepsinin, üzerinde isimlerinin yazdığı kolyelerden taktığını fark etti. bir an için kendini otobüs muavinin yerine koydu ve otobüs içi yolcu yerleştirme organizasyonu için o isimleri kullanabileceğini düşündü; “ayşe sağa geçer misin?”, “çağla yolu kapamasana”, “aslı yanında üç kişilik boş yer var, ilerle”. komik olurdu diye düşündü. ama faydalı da olabilirdi. üzerinde isim yazan bir kolyesi olmadığına şükretti. otobüs yolun yarısına geldiğinde hafif volümlü radyodan gülben ergen çalmaya başladı. “sen güneş benay / hah hah hah ha ha”. neredeyse ağzına kadar dolu bir otobüste yolculuk etmekten daha kötü bir şey varsa bu da o otobüste gülben ergen çalmasıdır. sinirlenmişti. gülben ergen. o sinirle birden gülben ergen’in isminden bir sürü isim türetebildiğini fark etti; gül benergen. gülbe nergen. gülbener gen. icadından pek gurur duymasa da en azından şarkı bitene kadar kendisini oyalamıştı. otobüs son durağa yanaştığında “siktiğimin yolculuğu sonunda bitti” derken son zamanlarda çok fazla küfür etmeye başladığını fark etti. bu samimi olmak adına iyi bir şey dedi kendi kendine. “samimi olmak iyi ama yine de küfürü azaltmalıyım” dedi.

kadıköy starbucks indiği yere üç dakika yürüme mesafesindeydi. hava esiyordu, montunun önünü kapatıp trafik ışıklarına aldırmadan oraya doğru yöneldi.

starbucks’ın önüne geldiğinde adamının içeride mi dışarıda mı olabileceğinden emin değildi. henüz çok erken olduğu için içeride pek kimse yoktu. dışarıdaki sigara içilen bölüme bakmak istedi. dışarıda birbirine yakın üç ayrı masada oturan üç adam ve köşede yanağının elmacıklarında küçücük siyah noktalar olan çekici bir kadın vardı. bu juliet olmalı dedi kendi kendine, hafifçe güldü, bir an için buna inanmak istedi. “siktiğimin işine bak, ben şimdi burada juliet ile buluşuyor olmalıydım” dedi.

sonra içlerinden biri olabileceğini düşündüğü yan yana ayrı masalarda oturan üç adama yaklaşıp ortaya hitaben “romeo hanginiz?” diye sordu.

üçü de aynı yaşlarda, aynı saç kesimine sahip ve geniş yakalı gömlek giymiş bu adamların üçü aynı anda ayağa kalktı ve sanki bir koronun birer üyeleriymişler gibi aynı şeyi söylediler;

“merhaba ben romeo. gerçek aşkın savaşçısı. yalnızlık bitti sil gözyaşlarını.”

“hassiktir” dedi. önce bunun bir kamera şakası olduğunu düşündü, sağa sola baktı kimse yoktu. kamera şakası olmasa bile birilerinin kendisiyle ciddi bir şekilde dalga geçtiğini düşündü, düşündü, düşündü. üç adam hala karşısında ayakta bekliyorlardı. bu oyunu bir an önce bitirmek istedi, arkasına bakmadan sokağın yukarısına doğru yürüyüp gözlerden kaybolmaya başladığında geniş yakalı üç romeo ayakta dikilmiş arkasından bakmaya devam ediyordu.

bir ara derinlerden bir yerden annesinin sesini duydu; “oğlum uyan kahvaltı hazır”.

Friday, October 19, 2007

readme.txt

ç’köfte: yıllardır çiğ köfte olarak bildiğimiz, yoğurduğumuz, yediğimiz bu lezzetli kahverengimsi çiğ köftelere, çiğ köfte yerine artık ç’köfte diyerek et, bulgur, salça, soğan’ın yanına neden bir fransız esintisi katmayalım. ve artık neden bir rata touille provençale, bir escargot du chateau concorde’nin yanında bir de ç’köfte söyleyip isteyenimiz sarkozy’yle, isteyenimiz mylêne farmer’la kadeh tokuşturmayalım ezilmeden, büzülmeden, neden. enjoy.


rick: “bir porsiyon ç’köfte’ye ne dersin?”
ilsa: “bayılırım”

zurück: geri, geriye, arkaya; geride, arkada anlamına geldiğini söylese de almanca&türkçe sözlükler, lise yıllarında gidilen ikisi konulu, biri van damme filmlerinden oluşan sinema günlerinden apartılan kelimeleri saymazsak -ichkomme/schönn- almanca’ya ipek ongun edebiyatına olabileceğimizden daha uzak olan bizler ortadaki r’yi uzattarrrak anlamak istediğimiz gibi tercüme ediyoruz. cümle içinde kullanımı; “zagor orhan, kahvede okey oynarlarken taş çalan ayhan’ı ‘bize de mi len zurrück’ diyerek onyedi yerinden bıçakladı”.

Friday, October 12, 2007

hayat ne tuhaf facebook'ta eski bir tanıdığı görmek falan



öylece karşımda duruyordun kollarını iki yanında kavuşturmuş, objektife 33%'lük bir gülümsemeyle bakarken. hiç değişmemişsin diye yazmayı düşündüm; "en son görüştüğümüzden, hayatımdan çıkmayı seçtiğinden, bırakıp gittiğinden beri. kaç yıl geçmiş aradan, aynı gülümseme, aynı bakışlar. muhtemelen tek fark, ağarmaya başlayan saçlarını kapatmak için daha fazla boyaya ihtiyaç duyuyorsun. ve o hüzünlü bakışların üzerine bilgelik eklenmiş; hayatı çözmüş gibi bakıyorsun".

sonra -muhtemelen karşına çıkan ilk erkekle- evlenmiş olduğunu fark ettim, onun soy ismini aldığını. bazen kopmuş bir bağlantıyı onarmak için elimize fırsatlar geçer ama bazı zamanlar bunu yapmaktan kaçınmalıyız. mesaj göndermekten de, seni dürtmekten de vazgeçtim; "forget her".

bir yerlere varmak yerine, bir şeylerden kaçmak için bir yerlere tutunmaya çalışanların çoğunlukta olduğu bir dünya bu. ve sen de yıllar önce, o zamanlar benim de yaptığım gibi bir şeylerden kaçmayı seçmiştin. bense artık bunu yapmıyorum, kaçmıyorum, -eninde sonunda bir yerlere varmak için- bir yerlere tutunmadan yolumu bulmaya çalışıyorum. gerçi fotoğraf albümündeki bakışların her şeyi anlatıyor ama umarım mutlusundur. iyi bayramlar.

Friday, August 24, 2007

peki ya mutlu olursak?

“bence sen birine bağlanmaktan korkuyorsun” / e. – 2004


yaptığımız hesaplamalara göre(x^n = [e^(n ln x)] [n/x] = x^n n/x = n x^[n-1] sonucuna pi’nin karekökünü de eklediğimizde haklılığımız kanıtlanıyor) müstakbel refikamızın bundan birkaç on sene sonra annesine dönüşeceği ve bu gerçekleştiğinde şimdiki biz kirli sakallıların da bıyıklı babalarımıza dönüşeceğimiz ihtimallerini şimdilik görmezlikten gelelim; gelecekte ne o annesinin bir kopyası olacak, ne de sen babana dönüşeceksin.

ama ya yıllar sonra arabanın, evin taksitleri, ya çocukların okulu? yemeğin tuzunu fazla kaçırmalar? ödenen, ödenecek elektrik, su faturaları, bayramlar, el öpmeler, aile ziyaretleri. şehvet ve tutkunun yerini alacak göbek, selülit ve aşk tutamaçları 'love handles' -neyse ki aşk hala mevzubahis-. yani ya hala neyin kısaltması olduğunu öğrenemediğimiz aşk, beklenen sonla karşılaşıp aşkanlığa dönüştüğünde? bunları da geçelim.

peki ya istediğimiz her şeyi elde ettiğimizi, gidilecek her yere gittiğimizi sanırsak? peki ya mutlu olduğumuzu sanırsak?

peki ya mutlu olursak?

Sunday, July 29, 2007

holyshit



bu anlatacağım lanet olası bir hikaye. bakarsın bazen hayatta bazı şeyler olur ve sen tamam dersin oldu işte. bazen de keşke hiç olmasaydı dersin. dostum bu, bu hiç adil değil. hiç değil. hey, kahretsin. sanırım yağmur yağıyor ve sanırım ıslandım. biri şu yağmuru durdurabilir mi? neyse, bu işler nasıldır bilirsin ahbap. hadi, hadi yapma adamım bilirsin işte. bildiğini biliyorum. işte bu sensin dostum. evet evet sanırım bu sensin. şimdi kendine ve bana bir iyilik yap ve git kendine. sadece ve sadece git ve git kendine.

yalnız ve umutsuz hissettiğinde kendini şımartıyor ve kendine bir demet gül alıyorsun. kendine bir iyilik yapıp öğle yemeğinde kendine vanilyalı pasta ısmarlıyor, akşam yemeğinden sonra kendine bir içki koyuyorsun. kendini sevindirmek isteyip vitrinde gördüğün mor bluzu alıyorsun. aynanın karşısına geçip türlü şaklabanlıklar yaparak kendini güldürüyorsun. ama sadece kendini kandırıyorsun narsist, nihilist, kendine komunist seni. sadece ve sadece git ve git kendine.

bana gelince, bir tümörüm olsa adını metin koyardım. tümör metin.


Wednesday, July 18, 2007

hayat versus sen



mesele skor yapmak değil. kaybetmek, kazanmak hiç değil. kuralları ve ne kazanıp ne kaybedeceğini öğrendiğinde “değmez” diyeceksin.

hayattaki en büyük başarısı, klozetteki bok kalıntılarını işeyerek temizlemek olan biri olmak sana yetecek ve yoldan geçecek ilk arabanın renginin kırmızı olduğunu bilip mutlu olacaksın ve bunlarla yetineceksin.

bir ara başını kaldırdığında parlak ışıklarıyla sana gülümseyen tabelayı göreceksin: hayat - sen: 4-1. boş verip son düdüğü bekleyeceksin.

Sunday, July 15, 2007

pazar pazar

minibüslerde parayı uzattığın kişinin adeta asistanınmışçasına geri kalan prosedürlerle ilgilendiğini izlemek sende de sadistçe hisler uyandırmıyor mu? nasıl mı? minibüse bindikten sonra arkalarda bir yerlere yerleş ve parayı önündeki kişiye uzat; “hanfendi, şurdan bi kadıköy uzatır mısınız rica etsem?” işte tüm yapman gereken bu. sonra da zavallı muhatabının, “neresiydi?”, “on lira’dan bir kişi mi?” sorularına senin yerine nasıl canla başla cevap verdiğini, paranın üstünü gözetip büyük bir titizlikle sana nasıl teslim ettiğini keyifle izleyebilirsin. biz minibüs yolcuları; o, parayı uzatıp üstünü geri alana kadar geçen kısa süredeki krallığımızın tadını çıkarmayı ihmal etmeyelim.


ve ne denli komik, düşündürücü, zekice ve kim bilir belki de hayatın anlamını ifade ediyor olurlarsa olsunlar bu mesaj kaygılı tişörtlerle ilgili kaygılar bir türlü peşimi bırakmıyor. deodorantların etkisinin 24 saat sürdüğünü biliyoruz peki ya bir mesaj kaygılı tişörtün etkisi ne kadar sürebilir? bu tişörtlerin bize hep bir şeyler anlatmaya çalıştığını biliyoruz peki ama hep aynı hep aynı mesajı vurgulamak sana da aptalca gelmiyor mu? sözgelimi işyerinden arkadaşın ferit’in üzerinde o komik tişörtü ilk gördüğünde “ha ha sktir çok komik lan bu tişört” dedikten daha ne kadar süre sonra hala komik olduğunu düşünebilirsin?

“ferit’ciğim, tamam mesaj komikti ama söyleyecek başka şeyin yoksa lütfen gider misin?”

Tuesday, July 3, 2007

kdky park



büyük şehirlerin toprakla aramıza koyduğu mesafe de büyük oluyor; şehir yollarının gri çimentosu sadece yeşil çimenlerin, kahverengi toprağın değil çocukluğumuzun çoğu yeşil kahve renklerle bezeli hatıralarının da üzerini örtüyor; çimento versus çimen.

eninde sonunda çürüyüp dönüşeceğimiz toprakla aramıza mesafe koyarak gelecekte bizi bekleyen sonu düşünmekten alıkoymaya çalışıyor da olabilir mi? tüm bu günlerimiz, aylarımız ve hayatlarımızla sonsuza kadar bu şehrin bu dümdüz gri çimentolu sokaklarında gidip gelecek gidip gelecek gidip gelecekmişiz gibi gidip geliyor gidip geliyor gidip geliyoruz; şehir versus ölüm.

Sunday, July 1, 2007

abercrombie and fitch and statistics

istatistikler, karanlık adamlar tarafından kaçırılan on kişiden dördünün tuvalete gidiyorum bahanesiyle kaçıp kurtulmayı başardığını söylüyor. kalan altı kişiden biri kendisini kaçıranlardan birine aşık olup mutlu bir birlikteliğe yelken açarken üçü bir süre sonra serbest bırakılıyor. diğer iki rehine ise sizlere ömür.

mesaj kaygılı tişört giyenler arasında yapılan araştırmaya göre ise siyah zemin üzerine beyaz harflerle i hate people yazılı tişört giyen on kişiden beşinin, utancından yeni belirmekte olan memelerini saklamak için kambur gibi duran 13-16 yaş arasındaki teenagerlar olduğu belirtildi. “25 cm”, “fck: all i need is u” gibi –sözde- zekice sexual göndermeler konulu tişört giyenlerin tamamına yakınının cinsel problemleri olduğu ve mahallelerindeki en yakın sağlık ocaklarından ücretsiz olarak yararlanabilecekleri söylendi.



florida'ya bir ki

yine istatistikler bu sıcak yaz günlerinde kadıköy sokaklarından rastgele seçeceğimiz on kişiden dördünün abercrombie and fitch yazılı tişört giydiğini söylüyor. aynı kaynaklar abercrombie and fitch yazılı tişört giymiş birilerini gören on kişiden altısının yazının ne anlama geldiğini bilmediğini, bu altı kişiden üçünün yazının anlamını öğrenmek için googling yaptığını söylüyor. abercrombie and fitch’in ne olduğunu bilmeyenler arasında bu yazıyı okuyanlardan hatırı sayılır miktarda kişi olduğunu da belirtelim.

son olarak gevşemiş kravat desenli tişört giyen kızlardan hiçbirinin ama hiçbirinin “şu kravatını düzeltir misin?” şeklindeki iğrenç espriye maruz kalmadığı belirtildi.

Sunday, June 24, 2007

pazar komseri



merdivenlerin birinci basamakları tahmin edebileceğinden çok daha önemlidir. öyle ki o güven verici duruşlarıyla kendisinden sonra gelen ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci böyle gider taa n’inci basamaklara kadar ‘abi’lik yaparlar. merdivenlerin birinci basamakları olmasaydı sonraki basamaklar da olmazdı ve o katları birbirine bağlayan uzun upuzun merdivenlerin hiçbiri olmazdı ve ikinci kata ve daha üsttekilere çıkmak için asansörleri icat etmelerini beklerdik gavurların. ey merdivenlerin birinci basamakları; sizleri seviyoruz.

“hayatta yaptığım hiçbir şeyden pişmanlık duymadım” diyen kirli sakallı adam yalan söylüyor. bir gün bile pantolonunun altına yanlış ayakkabı, üstüne sırtına uymayan bir gömlek, sırıtan bir tişört de mi giymedin be adam? beyaz çizgili tişörtümü giyseydim keşke dediğin olmadı mı hiç? çorbanın tuzunu kaçırdığın olmadı mı? keşke daha az tuz dökseydim bile mi demedin. vapuru, uçağı 2 saniye farkla kaçırıp “hassiktir, keşke acele etseydim biraz” demedin mi? yanlış ata oynadığın olmadı mı? keşke chelse-barca maçı üst biter deseydim demedin mi? bunların hiç birini demedin mi? demedin mi be adam?

“hayatta yaptığım hiçbir şeyden pişmanlık duymadım” diyen adam. sorduk mu?

pazar akşamlarını sevmediğini biliyorum. ben de sevmezdim ta ki pazar’ın ve diğer günlerin hikayesini işi ölüleri yıkamak olan yaşlı bir amcadan dinleyene kadar. dediklerine göre çok önceleri günlerin isimleri yoktu ve birini diğerinden ayırt etmek mümkün değildi. aslında buna gerek de yoktu. sonra bir gün, bir isimsiz gün, yedi karısı olan devrin kralı eşlerine eşit şekilde zaman ayıramadığını ve bunun da aralarında kıskançlığa yol açtığını fark etti. bunun üzerine romantik ve çılgın kralımız, o gün işbaşında olan bir gün ve istirahattaki diğer altı güne, her birinin eşlerinden birinin ismini seçmelerini istemiş. içlerinden en atak ve en uyanık olan cuma’yı seçmiş, sonraki cumartesi, sonraki çarşamba’yı derken geriye pazar ve pazartesi kalmış. ve tahmin edebileceğin gibi diğer iki gün aralarında kura çekip pazar ve pazartesi’ni gönülsüzce kendilerine isim olarak almışlar. o günden sonra kral efendi sarayının odalarında eşleri ve dışarıda maiyetiyle birlikte mutluluğu yakalayıp ülkesini şampiyonlar liginde grup maçlarına çıkarmış ve avrupa birliğiyle müzakerelere başlatmış. pazar akşamlarından nefret etmeden önce bu hikayeyi hatırla.

Sunday, June 3, 2007

qwerty

onlar, q klavyemizin tuşlarına gelişigüzel bastığımızda kaosun düzenli düzensizliğini hatırlatırcasına hep oradalar; asa, asd, qaz, qwerty ve diğerleri.

ben ise olduğunu –yanılarak- sandığım hayatın ve hayatımın anlamı peşinde sürüklenedururken oradan oraya rüzgarda yapraklar gibi umutsuzca, yoksa artık çok mu geç?

arama sonuçları: qwerty = 10.400.000, sen = 0.

Tuesday, May 22, 2007

soul of athens 94 vs. istanbul 05

23 mayıs akşamı atina olimpiyat stadında milan ile liverpool arasında oynanacak şampiyonlar ligi final maçı çoğu kişi için iki sene önceki unutulmaz istanbul gecesinin rövanşı gibi görünse de bu maçın milano’lulara aslında neyi hatırlattığına bakmak için 13 yıl geriye; 94 yılının 18 mayıs’ına yine atina olimpiyat stadına gitmek gerekiyor.



13 sene önce, bugün los galacticos’u çalıştıran capello yönetimindeki rossi, tasotti, panucci, albertini, galli, maldini, donadoni, desailly, boban, savicevic, massaro’lu efsane kadrosuyla milan'ın, johann cruyff’un zubizaretta, ferrer, guardiola, koeman, nadal, bakero, barjuan, stoichkov, amor, romario ve beguiristain’lı barcelona’sını muhteşem bir futbol ve 4-0 gibi ezici bir skorla dövdüğü maç, milanlılar için olduğu kadar çoğu futbolsever için de tüm zamanların en unutulmaz maçlarından biridir.


05 istanbul ruhunu oynayan kadro

kaptan steven gerard ve arkadaşları atina olimpiyat stadının çimenlerinde yanlarına istanbul ruhunu alıp koşarken, kırmızı siyahlılar da muhtemelen 13 sene önce aynı yerde fırtına gibi esen 2 kuşak önceki atalarının soluklarını yanlarında hissedeceklerdir.

rafael benitez’in tercihlerinden emin olamasak da(sözünü ettiğimiz benitez’in cinsel tercihleri değil elbette) liverpool’un maça reina, riise, agger, carragher, finnan, zenden, gerrard, mascherano, pennant, crouch, kuyt’lu kadrosuyla çıkması bekleniyor. her ne kadar liverpool, gösterişsiz ve öncelikle kaybetmemeye yönelik defans ağırlıklı futbol felsefesiyle bu geleneğin biraz dışında kalsa da kendi liginde fırtına gibi esen premiership takımlarının –manchester united, arsenal gibi- avrupa’da kulüpler düzeyinde pek parlak sonuçlar alamaması artık bir gelenek.


i'll always respect you

6 finalin 5'ini(% 83) kazanan liverpool, 10 finalin 6'sını(% 60) kazanan milan önünde istatistiklere de yansıyan zorluk derecesi yüksek maçlardaki başarısına, premiership'in diğer takımlarından farklı olan futbol felsefesine ve elbette 2005 senesindeki unutulmaz geri dönüş’ünü gerçekleştirdiği istanbul ruhuna güveniyor.




sezon başında kendi ligine eksi puanla başlamanın da verdiği moral bozukluğuyla lige motive olamayan milan, şaşırtıcı bir şekilde avrupa’nın bu en büyük kupasında buraya kadar geldi.

“geçen yaz ne yaptığını biliyoruz pirlo!”

dida, kaladze, nesta, jankulovski, oddo, gattuso, seedorf, pirlo, kaka, ambrosini, inzaghi/gilardino’lu yakışıklı italyanlar ağırlıklı muhtemel kadrosuyla milan’ın bu maçta neler yapabileceğini tahmin etmek için geçen yaz oynanan dünya kupası maçlarında italyan milli takımının ne yaptığına bakmak gerekiyor. milan’da istim üzerinde olacak kişi beklentilerin aksine bu sezonu cl gol kralı ünvanıyla kapatacak olan kaka değil, geçen yaz ne yaptığını bildiğimiz pirlo olacak.

otobiyografisini yazdığı kitapta kendisinden “yavru kedi” diye söz eden gerard’a, “kendimi bir kedi gibi değil, pitbull gibi hissediyorum” şeklinde cevap veren gattuso’nun defansını bir yavru kedi gibi mi yoksa pitbull gibi mi savunacağını maç başladığında göreceğiz. maç öncesi karşılıklı verilen demeçlerden ve gattuso’nun winning eleven’dan hatırlayabildiğimiz sert erkek tavırlarıyla ikisinin dostane bir karşılaşma yaşamayacağı çok açık.

kağıt üzerinde sonucu penaltıların belirleyeceği bir maç gibi görünse de karşılarındaki 11’den daha yırtıcı milanoluların işi penaltılara ve hatta uzatmalara bırakmayacağını tahmin ediyoruz.

pardon, crouch mu, sırık mı dediniz, duyamadım?

her neyse. koltuklarımıza kurulup bekleyelim ve görelim.

Friday, May 4, 2007

ümit basen sözlüğü

anneler her şeyi bilirler: anneler biz yıkanmak, duş almak için banyoya girdiğimizde ya da biz uyuduğumuzda sabah daha kargalar bokunu yemeden; muhtemel gönül ilişkimizin karşı tarafındaki muhatabıyla ile ilgili ipuçlarına ulaşmak için miss marple titizliğinde ceplerimizi, cüzdanımızı karıştırır, telefon konuşmalarımıza kulak kabartır, sonra hiçbir şey olmamış gibi davranırlar. biz de hiçbir şey olmamış gibi davranırız. anneler her şeyi bilirler. biz de biliriz.

ense uzatmak: genelde mahallenin futbolla ilgili, her gün düzenli olarak fotomaç okuyup iddaa oynayan işsiz güçsüz ağabeylerinin hair style tercihidir. enseyi uzatmaya başladıktan sonra her fırsat bulduğumuzda parmaklarımızı tarakmış gibi kullanarak saçımızla oynarız. kah motor iskeleye yanaşmak üzereyken herkesten önce dışarı çıkıp ön taraftan gelen rüzgar yüzümüzü hafifçe yalayıp saçlarımızı savururken, kah istiklal’deki kitapçılardan birinde kitaplara bakarken oynarız ensemizle. ensemiz, elimize gelecek uzunluğa ulaştığında “bayaaa uzamış lan bu” deriz ama yemek için gittiğimiz lokantanın lavabo aynasında korkunç gerçekle yüzleşiriz: bi skim uzamamıştır. birkaç ay sonra mullet syle tehlikesi belirince kapıda berbere gider ve bu seferki ense uzatma macerasını da ortalama bir hayalkırıklığıyla sonlandırırız.

özge isimli kızlar: her şirkette, dışarıdan geldiğimizde “beni arayan oldu mu” diye sorabileceğimiz ya da bize kargo geldiğinde arayıp “kargonuz geldi xxx bey, yyy hanım” diye haber veren özge isimli biri mutlaka vardır. özge’ler, bir süre ortadan kaybolduğumuzda, hastalandığımızda, moralimiz bozuk olduğunda ya da tıraş olduğumuzda ilk farkına varan kişiler olurlar. bu yüzden motivasyon kaynağı olarak her şirket için hr’dan bile daha önemli bir işlevleri vardır. sizin şirkettekinin ismi ebru ya da hanife olsa bile ısrarla göbek adını sorun; özge demezse ne olayım.

gözleme: az konuşanlar iyi gözleme yapar. peynirli-ıspanaklı. hmmffh, nefis.

devamı ve daha fazlası ümit basen sözlüğü'nde.

Saturday, April 7, 2007

i'd like to lose my first fight against life

milyonlarcaspermarasındanbirincigelen bana soracak olsalar, daha en başta bu hayat yoluna koyulmadan gerisin geri giderdim beni bulamayacakları bir yere. ki bilseydim böylesine boktan olacağını, antrenöre gider "hocam barsakları üşüttüm, koşamam, gidemem, edemem, çıkarın beni kadrodan" derdim. vallahi derdim(derdim dünyadan büyük - küçük anselmo / uzun hava).



fotoğraftaki enayinin önde gideni benim.

ve sonunda ölecek olmamız; sanki çok boktan bir hayatımız yokmuş gibi bir de ölüyoruz filmin sonunda. bana sorarsan konulu film bile değil, oradan buradan parçalar var almodovar'ın gizmo'ları gibi(all about my life / cast: anselmo cesare).

esen kalın(esen kalın diye bir isim var lan çok komik ha ha ha).

Wednesday, March 21, 2007

eternal bullshit of the meaningless mind

“akşam yemeği için evine giden adamlardandır. işyerinden çıkıp eve geliyorken arayıp 'ekmek de al gelirken' diyebileceğin biridir o ve her ne kadar böyle alışverişler yapmaktan hoşlanmasa da bozuntuya vermez, başka şey lazım mı diye de sorar üstelik. kaçırma çocuğu, evlen onunla” şeklinde bir giriş yapabilirsin benden en yakın arkadaşına söz edeceksen.

yılın en soğuk zamanlarında en yakındaki göl donduğunda bir gece yarısı arabaya atlayıp gidip buz tutmuş suların üzerinde sırtüstü uzandığımızda yıldızlarla kaplı gökyüzünden orion takımyıldızını gösterebilirim ona. üstelik joel’in yaptığı gibi sallamam, hem osidius diye yıldız takımı mı olur. bak o yan yana dizilmiş olan üç yıldızın hemen altındaki yoğun kümeyi fark ettin mi? işte onun adı m42 bulutsusu. büyüleyici değil mi? bence de.



iyi bir şey çocukken kendimize ait olduğuna inandığımız bir işaretimizin olması gökyüzünde; bir yıldız, bir gezegen, nebula, ya da en azından ayın aydınlık yüzünde bir çukur, bir şekil, biraz karanlık, bizim olan, iyi bir şey.

büyüdüğümüzde kafamızı yukarı kaldırıp hala orada olduğunu görmek iyi hissettiriyor. en azından orion hala orada.

Sunday, March 18, 2007

everyday is like sunday



bir pazar gecesi daha bitecek birazdan bu haftayı da kapatacağız sandalyeleri ters çevirip. herkes evine, herkes evine.

kepenklerini indirip kocaman paslanmış bir çift kilitle kapıyı kapatıp gidelim bu saatler kimsenin olmadığı sokaklarından geçerek bu pazarlık hayatın.

taş yolda ayak sesleri, uzaktan köpek ulumaları, göz kırpan bir kaç yıldız.

göz kırpan bir kaç yıldız ve orion takımyıldızı. bunlar iyi.

sonra gecesini yine böyle kapatacağımız bir sonraki pazar gününü bekleyip... bekleyip... hayat hep böyle devam edecek. -mi?- bu kötü, çok kötü.

ölmek böyle bir şey herhalde.

Thursday, March 8, 2007

baudrillard matrix'in dışına çıktı


29/7/1929 - 6/3/ 2007

fransız düşünür jean baudrillard 77 yaşında paris’te hayatını kaybetti.

76 yılında yazdığı l'echangc symbolique et la mort / simgesel değişim ve ölüm isimli kitabında gerçekliğin simülasyon karşısında kaybolduğunu ileri sürdüğü tezi, millienium çağıyla birlikte gerçekliğini kanıtladı: artık çoğumuz neyin gerçek, neyin yanılsama olduğunu bilmeden fişimizin çekilip matrixin dışına çekileceğimiz günü bekliyoruz.

matrix serisinin ikinci filminin sinema salonlarında olduğu kadar felsefe forumlarında da hareketlenmelere yol açtığı 2003 senesinde kendisiyle yapılan bu röportajı bu büyük düşünce adamının anısına hatırlatmak istedim.