Sunday, November 18, 2007

merhaba ben romeo



yattığı yerden kafasını kaldırmadan gözlerini hafifçe aralayarak kendisini uyandıranın ne olduğunu anlamaya çalıştı; ‘the x files’. en sevdiği televizyon dizisinin melodisiyle bile olsa bu saatte uyandırılmak hoşuna gitmemişti. “siktir ya kim bu saatte arayan” dedi kendi kendine söylenerek. yanı başında duran telefona uzandı, arayanın kim olduğuna bakmadan ve karşıdakinin uykulu olduğunu anlamasını sağlayacak bir tonda “efenim” dedi.

“merhaba, ben romeo” dedi arayan eski zamanların yeşilçam film jönlerinin ses tonuyla. gözlerini birkaç saniyeliğine havaya dikip hafızasına kısa sürecek bir yoklama çekip arayan kişiyi tanımadığına emin olduktan sonra “yanlış numara birader” dedi. “romeo isminde birini tanımıyorum”. romeo’nun bir şey demesine fırsat bırakmadan telefonu kapattı ve ‘bay yanlış numara’nın bir kez daha aramayacağından emin bir şekilde yatağına uzandı.

ama yanılmıştı; “siktir ya”. the x files yine çalıyordu. bu kez yerinden kalkmadan ve hatta gözlerini bile açmadan telefonu kulağına götürdü ve “anlatamadım galiba bay romeo, yanlış numara dedim. tanıştığımızı sanmıyorum”. cümlesini bitirdiğinde gözlerini açmıştı.

“tanışmadığımızı biliyorum” dedi. “ben romeo, gerçek aşkın savaşçısı”.

içinden bir lahavle çekip ve -özellikle karşıdakinin bunu duymasını sağlayacak şekilde- tüm nefesini dışarıya vererek “peki romeo bey, sizin için ne yapabilirim?” dedi. “sizi dinliyorum”.

“yanlış soru” diye karşılık verdi romeo. “sormanız gereken 'benim için ne yapabilirsiniz' olmalıydı”.

“hadi ya. hem sabahın köründe tanımadığın birini uykusundan uyandıracak kadar densizsin hem de ukalasın” dedi. bu kez sesinde kolaylıkla fark edilebilecek bir alay vardı. sonra da ekledi; “benim için ne yapabilirsin ki?”.

romeo gülmeye başladı. “bu şekilde tepki göstereceğini söylemişlerdi” dedi. “ama sana yardım edeceğim”.

lise yıllarında bıyıkları yeni terleyen hıyar arkadaşlarının yaptığı eşek şakalarını hatırlatan -bu hiç de komik olmayan- şaka gibi telefon çağrısına ve sözüm ona romeo’ya sinirlenmemek mümkün değildi. “ne yardımı birader, ne diyorsun sen kaplama?”. bu kez ses tonunu evdekileri de uyandıracak bir şekilde yükseltmişti.

“sinirlenme hemen. aşk hayatında problemler yaşadığını duydum. sana bu konuda yardım edeceğim. ben romeo, gerçek aşkın savaşçısı.” dedi bay romeo.

sonra sorular üst üste gelmeye başladı; “gözüm bundan sana ne? nereden duydun? kim söyledi? hem nasıl yardım edeceksin”. bir yandan da iyice meraklanmaya başlamıştı. the x files melodisiyle uyandırılmak belki de günün kalanının heyecanlı bir the x files dizisi kıvamında geçeceğine dair bir işaretti.

“bir saat sonra kadıköy starbucks’ta. geleceğini biliyorum. devamını ve sana nasıl yardım edeceğimi orada anlatacağım." dedi romeo.

“peki” dedi. “tuhaf ve saçma olduğunu bilsem de içimden bir ses gitmemi söylüyor. geleceğim. peki seni nasıl tanıyacağım?”.

“ha ha” diyerek güldü. sesinde karşıdakini nihayet yola getirmiş birinin verdiği tepeden bakan bir hava vardı. “belki söyleyeceğim çok klişe ama içindeki sese kulak ver. beni tanırsın. ben orada olacak herkesten farklıyım. geniş yakalarım var. ben romeo, gerçek aşkın savaşçısı beep beep beep beep beep beep”. bu kez telefonu kapatan romeo’ydu.

gitmeliydi. evet kadıköy starbucks’a gidecekti. ayağa kalktı, seslere uyanan babasından bir yandan rutin sabah ereksiyonunu saklamaya çalışırken bir yandan da durumun önemli olmadığını anlatmaya çalışıyordu. duş almak için banyoya doğru giderken, hamburgercide tanıştığı ‘piliç’e “i’m unemployed and i live with my parents” diyen george costanza’dan tek farkım bir işimin ve tepemde hala saçlarımın olması dedi kendi kendine. bu kez kendine sinirlenmişti; “sikeyim, eşek kadar oldum hala ailemle yaşıyorum”.

14R otobüsünün gelmesi için durakta fazla beklemesi gerekmemişti. akbilini dokundururken fazla kontörü kalmadığını görünce indikten sonra kontör yüklemeye karar verdi. önlere doğru ilerlerken otobüsteki kızların hepsinin ama hepsinin, üzerinde isimlerinin yazdığı kolyelerden taktığını fark etti. bir an için kendini otobüs muavinin yerine koydu ve otobüs içi yolcu yerleştirme organizasyonu için o isimleri kullanabileceğini düşündü; “ayşe sağa geçer misin?”, “çağla yolu kapamasana”, “aslı yanında üç kişilik boş yer var, ilerle”. komik olurdu diye düşündü. ama faydalı da olabilirdi. üzerinde isim yazan bir kolyesi olmadığına şükretti. otobüs yolun yarısına geldiğinde hafif volümlü radyodan gülben ergen çalmaya başladı. “sen güneş benay / hah hah hah ha ha”. neredeyse ağzına kadar dolu bir otobüste yolculuk etmekten daha kötü bir şey varsa bu da o otobüste gülben ergen çalmasıdır. sinirlenmişti. gülben ergen. o sinirle birden gülben ergen’in isminden bir sürü isim türetebildiğini fark etti; gül benergen. gülbe nergen. gülbener gen. icadından pek gurur duymasa da en azından şarkı bitene kadar kendisini oyalamıştı. otobüs son durağa yanaştığında “siktiğimin yolculuğu sonunda bitti” derken son zamanlarda çok fazla küfür etmeye başladığını fark etti. bu samimi olmak adına iyi bir şey dedi kendi kendine. “samimi olmak iyi ama yine de küfürü azaltmalıyım” dedi.

kadıköy starbucks indiği yere üç dakika yürüme mesafesindeydi. hava esiyordu, montunun önünü kapatıp trafik ışıklarına aldırmadan oraya doğru yöneldi.

starbucks’ın önüne geldiğinde adamının içeride mi dışarıda mı olabileceğinden emin değildi. henüz çok erken olduğu için içeride pek kimse yoktu. dışarıdaki sigara içilen bölüme bakmak istedi. dışarıda birbirine yakın üç ayrı masada oturan üç adam ve köşede yanağının elmacıklarında küçücük siyah noktalar olan çekici bir kadın vardı. bu juliet olmalı dedi kendi kendine, hafifçe güldü, bir an için buna inanmak istedi. “siktiğimin işine bak, ben şimdi burada juliet ile buluşuyor olmalıydım” dedi.

sonra içlerinden biri olabileceğini düşündüğü yan yana ayrı masalarda oturan üç adama yaklaşıp ortaya hitaben “romeo hanginiz?” diye sordu.

üçü de aynı yaşlarda, aynı saç kesimine sahip ve geniş yakalı gömlek giymiş bu adamların üçü aynı anda ayağa kalktı ve sanki bir koronun birer üyeleriymişler gibi aynı şeyi söylediler;

“merhaba ben romeo. gerçek aşkın savaşçısı. yalnızlık bitti sil gözyaşlarını.”

“hassiktir” dedi. önce bunun bir kamera şakası olduğunu düşündü, sağa sola baktı kimse yoktu. kamera şakası olmasa bile birilerinin kendisiyle ciddi bir şekilde dalga geçtiğini düşündü, düşündü, düşündü. üç adam hala karşısında ayakta bekliyorlardı. bu oyunu bir an önce bitirmek istedi, arkasına bakmadan sokağın yukarısına doğru yürüyüp gözlerden kaybolmaya başladığında geniş yakalı üç romeo ayakta dikilmiş arkasından bakmaya devam ediyordu.

bir ara derinlerden bir yerden annesinin sesini duydu; “oğlum uyan kahvaltı hazır”.