Thursday, November 27, 2008

çağrışılacak çağrış

pek hatırlamıyorum şapkadan mı atmışikiden mi tavşan çıkarıyordun ama dağınık saçından sakalından utanan iki tarafında ikişerden dört yakası da en ayşeteyze en ütülü gömleğini en üst düğmesi düğülmemiş giyip en eni enine boyu boyuna uymayan etine dolgun memelerine yuvarlak kadınlarla kanepede yer yatağında orda burda çok ayıp lan çok ayıp şeyler yapıyordun. 18+

sonra böyle geniş geniş yayıldığın koltuğunda en pofuduk terliklerin ayağındayken kanal değiştiriyordun, arada bir duvardaki saate duvardaki pencereye bakıyordun, zemberekli saat kurar gibi bıyıklarını buruyordun ana haber bültenlerinde.

sonra ne mi oluyordu? televizyonu kumandadan uzaktan kapatıp uyuyordun. deliksiz.

Wednesday, July 23, 2008

ain't no cure



“maalesef modern tıbbın çaresiz kaldığı bir şakayla karşı karşıyayız” dedi doktor yeşilçam klişelerini anımsatan cümlesiyle ve ekledi;

“otuz buçuk, içinde yaşadığın kendine, evine, işyerine, patronuna, mahallene, muhtarına, köyüne, kasabana, şehrine, ülkene, geleneklerine, geçmişine, alışkanlıklarına, tuttuğun takıma, sevdiğine, sevildiğine, sahip olunduğunu ve olduğunu sandığın herşeyine, vesairine ait olmadığını anlamak için çok geç, çok şaka. keşke daha önce gelseydiniz veya otuz buçuk yıl önce hiç gelmeseydiniz yahut çok arabesk bir şarkıdaki serzeniş gibi keşke bir yalan olsaydınız. bu vakitten sonra geçmişinizi değiştiremiyor olmamız bir yana çok tatminkar görünmeyen geleceğiniz için de bir şey yapamıyoruz. mamafih dışarı çıkın ve sizin için yazılan hayatı yaşamaya devam edin. filhakika bunun dışında bir seçeneğiniz yok ve olacağına dair ümidiniz de olmasın”.

Sunday, June 29, 2008

yirmibişey

demlik demlik çay içmek mi sen mi diye soruyor. evet ben. yirmibişey olduğumuz bir zamanlar. romantik osuruktan asi gençlerken. nilüfer'den önce rafet el roman'dan sonra yorum söylüyor; adı yasak bir çiçektir dağlarda.

çaylar radyasyonsuz, hayalimizdeki kadınlar gibi ince belli, tavşan kanı, bir çekişte hüüüp. istanbul'un kıyılarına vuralı henüz çok yeni, kadınlarınsa kıyısına yanaşmak üzereyiz keşiften keşife koşmayı umarak oysa hep mahkumiyetten mahkumiyete.

daha sevmek nedir bilmediğimiz ve bu yüzden daha sevmekten korkmadığımız bir zamanlar. bir cenazeye ya da düğüne ithaf edilmiş çelenklerden kopardığımız kırmızı gülleri henüz kadınlığa terfi etmemiş bir kadına ellerimiz titreyerek vermek üzere koparıp

ama nedense ya yakamızda ya masamızdaki boş bir limonlu soda şişesinde kuruttuğumuz bir zamanlar;

>
>çünkü o gece çiçekler kimin için diye sorduğumda
>verdiğiniz cevabı tam olarak hatırlamıyorum. Çünkü
>cevabını duymak istememiştim. Çiçeğin gideceği kişiyi
>kıskanmıştım biraz.
>

Wednesday, June 25, 2008

bu nasıl bir bakış ki dünyaya intiharla

öyle ya kim sevişirdi acıları olmasa
kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam
-edip burada sizi seziyor-



öğle molasında ekmek teknesinin küçükyalı, adalar, boğaz manzaralı terasında yere yaklaşık yüzseksen derece paralel dikilmiş, gözlerimin seçebileceği en uzak noktayı arar gibi bakarken cansever’in uzaklara bakmanın köpekler ve acı çekenler için olduğunu anlattığı phoenix’i gayri-ihtiyari köpeklerle insanlar arasındaki bazı ortak davranışları da hatırlatıyor.

amaçsızca uzaklara bakarken de,
dili dışarıda kuyruğu sağa sola yalpa gözleri sürekli sahibinin gözlerinde iyelik belirten bakışlar ararken de

fark göremiyorum ya sen?
fark göremiyorum ya sen?

Tuesday, June 10, 2008

iyinin ve kötünün ötesinde

lost’un bir bölümünde sözde iyi adam’ı oynayan jack, sözde kötü adamı oynayan benjamin’i dış dünyayla bağlantı kurabileceklerine dair söylediklerinde yalan söylemekle itham edince benjamin linus’tan hayalkırıklığına uğramış bir adamın yüz ifadesiyle şaşırtan bir karşılık geliyor;

“jack, you break my heart”

ben’in bu tepkisine şaşkınlığımın uzun sürdüğünü hatırlıyorum çünkü tüm o bilindik klişeler ‘sözde’ kötü adamları duygusuz, ruhsuz , kalpsiz karakterler olarak yazıyor, çiziyor, betimliyor. buna göre benjamin gibi bir adamın kırılacak bir kalbi yoktur. öyleyse ben’in yalancı olmakla itham edilmeyi takmaması gerekiyordu.



coen kardeşlerin cormac mc carthy’nin romanından uyarladıkları ‘no country for old men’inde xavier bardem’in canlandırdığı anton chigurh da kafa karıştırmak için yeteri kadar ‘iyi’ bir karakterdi. klasik seri katillerden farklı olarak bu prensip sahibi ‘kötü’ adamımız kendi koyduğu kurallara sıkıca bağlı olması ve adalet terazisini kendince dengede tutma yöntemiyle şimdiye kadar karşılaştığımız ‘sözde’ kötü karakterlerden farkını belli ediyor.

müstakbel kurbanlarına verdiği, cebinden çıkarıp havaya fırlatacağı bozuk paranın yazı mı tu(ğ)ra olduğunu bilmelerini istediği son şansla seri katillerin tanrı rolüne soyunma heveslerini anımsatsa da chigurh doğru tahminle karşılaştığında oyunbozanlık yapmayıp bağışlayıcılığını sergiliyor. kırılan koluna tampon yapmak için gömleğini istediği çocuklara gömleğin bedelini fazlasıyla ödemek istemesi paçalarından kötülük saçılan bilindik ‘kötü’ karakterlerden çok farklı değil mi?

iyi ve kötünün sınırlarının çok belirgin kalın çizgilerle çizildiği romanların, ders kitaplarının, toplumun, hollywood’un, yeşilçamın, beyazcam’ın yarattığı iyi ve kötü arasındaki o belirgin farkın yavaş yavaş ortadan kalkması, belirsizleşmesi, –tıpkı gerçek dünyada olduğu üzere- daha gerçekçi profiller çizmesi adına sevindirici çünkü karakterlerin birer melek ya da şeytan olarak tasvir edilmeyeceği bir kurmaca dünyası ne kadar da kurmaca olsa gerçek hayata daha yakın duracak. ne iyiliğin ne de kötülüğün sanıldığı gibi bir yerlerde başlayıp bir yerlerde biten sınırları yok; pekala tek bir vücutta sürekli bir mücadele halinde birbirini dengelemeye çalışıyor, zamana, duruma, olanaklara bağlı olarak terazinin bir tarafı diğerine baskın çıkıyor olabilir.

iyi-kötü, siyah-beyaz, evet-hayır, bir-sıfır olmak zorunda değil. yıllar önce okuduğum bir yazının sonunda dediği gibi yazarın; gri güzel bir renktir.

Tuesday, June 3, 2008

çırpındıkça batıyorsun

kadıköy’ün biraz dışındaki bir havuzda seneler seneler evvel üç-dört yaşlarındaki bir çocuğun büyüttüğü su korkusunu yenmeye çalışıyorum. ilk dersimiz. hocamız havuzun iki buçuk metre derinliğinde olduğunu söylüyor. öyleyse babamın beni ilk kez suyla tanıştırmak için kollarımdan tutup fırlattığı kulleteyn’den daha derin değil. ama zaten boyu geçtikten sonra ister iki metre ister on metre olsun farketmezmiş.

suyla ilk temasım çok başarılı değil. dibe batmamaya, su yüzeyinde kalmaya çalıştıkça çırpınıyor, çırpındıkça dibe doğru batıyorum. can havliyle kulvar ipini tutarak kendimi yukarı doğru çektiğimde en az yarım litre de klorlu su yutmuş olmalıyım.

hocamız korkup panik yaptığım için su üzerinde duramadığımı söylüyor. ona göre kendimi rahat bıraktıktan sonra istesem de batamazmışım. dediğini yapıyorum; nefesimi tutup kendimi bırakıyorum ve bu bir mucize. artık, syrakusai’lı arşimet’ten binlerce yıl sonra suyun kaldırma kuvvetini yeniden keşfedenlerden biri de benim.

ilk ders bitiyor. dışarı çıkıp eve doğru yürüyorum. the smiths’in, there is a light that never goes out’una eşlik ederken bir yandan da az önceki su üzerinde kalma deneyimiyle hayatta kalma deneyimi arasında kurduğum benzerliği düşünüyordum. bazılarımızın hayatı da aslında böyleydi; çırpındıkça batıyorduk.

Wednesday, May 28, 2008

run forrest run



kaçmak, hep şimdiden, bazen geçmişteki anılardan, anılardaki birilerinden kaçmakla olmuyor. bazen de seni yolunun üzerindeki köşe başında bekleyen ne olduğunu bildiğin sondan da, geleceğinden de kaçmayı deniyorsun.

geçmişi değiştiremeyeceğini biliyorsun, şimdi için çabalıyorsun ve gelecekte seni bekleyen sondan da belki bir ihtimal kaçarak arkana bakmadan arkanda bırakmayı.

mesela bir cuma sabahı hiç hesapsız şehrin şehirlerarası otobüs terminaline gidip nereye gittiğine bakmadan gözüne kestirdiğin ilk otobüse binip birkaç gün sonra geri döndüğünde seni bekleyen geleceği arkanda bırakmış olmayı umarak.

biraz da kendinden kaçıyorsun çünkü kendinden kaçmak, her şeyden kaçmanın uç noktasıdır. korkularınla, hayal kırıklıklarınla, boy aynasında gerçeklerinle yüzleşmekten kaçmaktır.

ama kaçamıyorsun.

çünkü nereye gidersen git kafanın içindeki sınırları aşamıyorsun. ayaklarının uzanabildiği her toprak parçası, yerdeki, gökteki mavilik, kafanı çevreleyen sınırlardan daha geniş, daha uzak değil. hiçbir yere gidememiş olarak geri dönüyor, yoluna yürüyerek devam ediyor ve kaçmayı denediğin geleceği bekliyorsun; bir başka cuma sabahı beklenmedik planlanmadık bir diyalogu, bir çarpışma anını;

crash.

Monday, May 12, 2008

winners are simply willing to do what losers won't



yazının başlığı how to be a loser’da olabilirdi, winners rule’da. bu, ne tarafta durduğuna bağlı. aynı zamanda ne tarafta durmak istemediğine.

-durdurabilecek misin
+hayır
-ne yapıyoruz? ne yapacağımızı söyle
+sana vurmasına izin ver


‘bazen yapabileceğin hiç bir şey yoktur’ diye devam ediyor million dollar baby’nin anlatıcısı. narrator haklı; bazen rezil hayatının sana vurmasına izin vermenden başka seçeneğin yok. böyle olmayabilirdi, kuralları biliyordun, how to be a winner başlıklı klavuzların peşine takılabilirdin vs. vs. vs.



ama o şekilde kazanmak istemiyordun; “sana vurmasına izin ver”

galiba şimdiye kadar hep yaptığın buydu. başkalarının kurallarıyla bir winner olmaktansa kendi kurallarınla loser olmak.

“yara çok derin, kemiğe dayanmış olabilir. bir damarın parçalanmış olabilir ya da kan yeterince pıhtılaşmamış olabilir. etin değişik katmanlarında her tür kombinasyona rastlanır. franky de bunların her birinin nasıl çalıştığını bilirdi”

bu işleri franky kadar iyi bilmiyorsun ama hala hayattasın ve meydan okuyorsun;

“fuck you”

Saturday, March 29, 2008

hayatımızdaki insanları eksiltme klavuzu

onlar için ya bir yalnızlık anında çerez, şarap, birayla iyi giden bir aksesuarsınız, ya sinemaya, tiyatroya, konsere gitmek için bir partner. bir şehirli depresyonu anında kendilerini iyi hissettirecek, şımartacak, hoş sözler söyleyip güven tazeletecek birine ihtiyaç duyduklarında ya da bilişimciyseniz teknik, avukatsanız hukuki, doktorsanız ruhi, veyahut şoför ve yol desteğine ihtiyaç duyduklarında; “merhaba, görüşelim mi?”

onlara ihtiyaç duyduğunuzda yanınızda olmayacaklar; başka işleri vardır, başka planlar yapmışlardır, yalnız kalmak istiyorlardır, o gün bir gelsin duruma bakacaklardır. bu iletişim bir çıkmaz sokak gibi hep tek yönlü olduğunda. sizden onlara giden yollar kapalı, onların, kullandığı diğer herkes gibi, size doğru olan yolları hep açık olduğunda; yaşasın ölüm.

bu yalnızlık çağında birine ismiyle hitap etmek, biriyle göz göze gelmek bile çok fazla iken, hâlâ ‘neden bana azıcık ilgi gösteren’ diye başlayan cümleler kuruyorken onlar bu kadar bencil, narsist, egoist..

insan eksiltmek* ne güzel değil mi?


kill them and level up

* bizleri ‘insan eksiltme’ kavramıyla tanıştırdığı için seri kedi mıncıklayıcı’ya teşekkürler. o uzun bir süre daha yaşamayı hakediyor;)

Monday, February 11, 2008

berber koltuğu ritüelleri ve yıllar önce ormanda kaybolan beşiktaşlı duruşuyla olan karşılaşma



içerenköy'de klasik bir mahalle berberi. aynı anda üç kişiyi traş edebilecek şekilde yan yana sıralanmış üç ayrı berber koltuğunun ortasındakine oturuyorum. dördüncü gelişim olmasına rağmen hiç bir zaman aynı anda ikiden fazla müşterisi olduğunu görmedim. kapıda büyükçe bir türk bayrağı, karşımdaki aynaların hemen dibinde yere paralel başlayan berber tezgahının üzerinde mahalle pazarından çok ucuza alınabilecek çeşit çeşit şampuanlar, kremler, losyonlar ve bilumum traş ıvırzıvırları; fırçalar, taraklar, makaslar, usturalar, kullanılmış kullanılmamış jiletler. henüz koltuğa oturmadan berberle traşa başlamadan nasıl olacağıyla ilgili ve traştan sonraki sıhhatler olmasıyla ilgili temenniyi ileten sadece iki diyalog yaşayacağımızı bilmek beni rahatlatıyor. fazla soru sormayacağını ve seninle futbol geyiği yapmayacağını bildiğin bir berber. daha ne isteyebilirsin ki? koltuğa otururken bir yandan da aynadaki hiç bir zaman sevemediğim suratıma bakıyorum. ne bekliyordun ki benim adım george clooney değil.

sevgili ve sadık okur. iki aylık bir mullet style denemesinin daha başarısızlıkla sonuçlandığını bilmek senin için yeni bir haber sayılmaz biliyorum. ve zaten benim de artık çok skimde değil.

ve sıra bu topraklardaki hiç bir erkeğin hayatının uzuuun bir döneminde kurtulamadığı ritüele geliyor. kurbanlık kafan hariç her tarafını saran o beyaz örtü; kesilen saç kılları günlük elbiselerin üzerine yapışmasın, gömleğinin kazağının altından teninle buluşup seni uyuz gibi kaşındırmasın diyedir. bunu bilmek aynadaki o komik görüntüye kaçamak bakışlar atıp içten içe kendine gülmeni -belki kendinden utanmanı- engelleyemiyor. yedi yaşından sonra ayda ortalama bir kez traş olduğunu düşünüp hayatın boyunca böyle bir görüntüyle ikiyüzelli küsur kez karşılaştığını ve artık alışman gerektiğini kendi kendine söylenip bu seferliğine de konuyu kapatıyorsun.


aynanın yansımasından vitrinin önüne kurulup küçük dokuma tezgahına özenle, keyifle ve aşkla ilmik ilmik beşiktaş bayrağını örüyor genç bir adam. bunu yaparken çok mutlu olduğu çok açık. şimdi hep birlikte çocukluğuma iniyoruz; seksen yedi. on yaşındayım. gazeteler fenerbahçe maraş deplasmanında berabere kalıp bir puan bırakınca takımın kum sahadan olumsuz etkilendiğini yazıyor. erdi müjdat semih şeytanrıdvan. metin ali feyyaz. tek kanal var o da siyah beyaz. beko gordon milne veselinoviç orhan ayhan aslanlı filmler pazar konseri clementine. bjk-fb maçlarında iki takımın da formaları dikine çizgilerden oluştuğu için hangisi hangisi anlamıyorum. çocuk aklımla neyi anlamayı umuyorsam. süleyman seba. beşiktaşlı duruşu. işte bu. bak hatırladım şimdi. vitrinin önünde takım ruhuyla tuttuğu takımın renginde bayrak ören bu genç adam bir anda beni çocukluğumun beşiktaşlı duruşunun hükmünü sürdürdüğü zamanlara götürdü. çocukluk kahramanlarımın renkleri hep sarı-lacivertti ama şimdi bu genç adamı kıskandım. sothyz'i, silenzio'yu, ezgi'yi ve beşiktaşlı olduğunu bildiğim herkesi. optik başkan’ı. eksik olsun imparatorlar eksik olsun krallar sağlam kalsın sağlam olsun. siyah beyaz yaşam ölüm.

bu genç ayrıntıyı saymazsak artık beşiktaşlı da fenerli gibi cimbomlu gibi. diğerleri gibi. bütün duruşlar aynı yöne doğru olunca kaybetmek de kazanmak da önemsiz bir ayrıntı. neyse ki henüz tuttuğumuz takımın kazanmasına ya da kaybetmesine bahis oynamıyoruz. deymi?