Sunday, June 29, 2008

yirmibişey

demlik demlik çay içmek mi sen mi diye soruyor. evet ben. yirmibişey olduğumuz bir zamanlar. romantik osuruktan asi gençlerken. nilüfer'den önce rafet el roman'dan sonra yorum söylüyor; adı yasak bir çiçektir dağlarda.

çaylar radyasyonsuz, hayalimizdeki kadınlar gibi ince belli, tavşan kanı, bir çekişte hüüüp. istanbul'un kıyılarına vuralı henüz çok yeni, kadınlarınsa kıyısına yanaşmak üzereyiz keşiften keşife koşmayı umarak oysa hep mahkumiyetten mahkumiyete.

daha sevmek nedir bilmediğimiz ve bu yüzden daha sevmekten korkmadığımız bir zamanlar. bir cenazeye ya da düğüne ithaf edilmiş çelenklerden kopardığımız kırmızı gülleri henüz kadınlığa terfi etmemiş bir kadına ellerimiz titreyerek vermek üzere koparıp

ama nedense ya yakamızda ya masamızdaki boş bir limonlu soda şişesinde kuruttuğumuz bir zamanlar;

>
>çünkü o gece çiçekler kimin için diye sorduğumda
>verdiğiniz cevabı tam olarak hatırlamıyorum. Çünkü
>cevabını duymak istememiştim. Çiçeğin gideceği kişiyi
>kıskanmıştım biraz.
>

Wednesday, June 25, 2008

bu nasıl bir bakış ki dünyaya intiharla

öyle ya kim sevişirdi acıları olmasa
kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam
-edip burada sizi seziyor-



öğle molasında ekmek teknesinin küçükyalı, adalar, boğaz manzaralı terasında yere yaklaşık yüzseksen derece paralel dikilmiş, gözlerimin seçebileceği en uzak noktayı arar gibi bakarken cansever’in uzaklara bakmanın köpekler ve acı çekenler için olduğunu anlattığı phoenix’i gayri-ihtiyari köpeklerle insanlar arasındaki bazı ortak davranışları da hatırlatıyor.

amaçsızca uzaklara bakarken de,
dili dışarıda kuyruğu sağa sola yalpa gözleri sürekli sahibinin gözlerinde iyelik belirten bakışlar ararken de

fark göremiyorum ya sen?
fark göremiyorum ya sen?

Tuesday, June 10, 2008

iyinin ve kötünün ötesinde

lost’un bir bölümünde sözde iyi adam’ı oynayan jack, sözde kötü adamı oynayan benjamin’i dış dünyayla bağlantı kurabileceklerine dair söylediklerinde yalan söylemekle itham edince benjamin linus’tan hayalkırıklığına uğramış bir adamın yüz ifadesiyle şaşırtan bir karşılık geliyor;

“jack, you break my heart”

ben’in bu tepkisine şaşkınlığımın uzun sürdüğünü hatırlıyorum çünkü tüm o bilindik klişeler ‘sözde’ kötü adamları duygusuz, ruhsuz , kalpsiz karakterler olarak yazıyor, çiziyor, betimliyor. buna göre benjamin gibi bir adamın kırılacak bir kalbi yoktur. öyleyse ben’in yalancı olmakla itham edilmeyi takmaması gerekiyordu.



coen kardeşlerin cormac mc carthy’nin romanından uyarladıkları ‘no country for old men’inde xavier bardem’in canlandırdığı anton chigurh da kafa karıştırmak için yeteri kadar ‘iyi’ bir karakterdi. klasik seri katillerden farklı olarak bu prensip sahibi ‘kötü’ adamımız kendi koyduğu kurallara sıkıca bağlı olması ve adalet terazisini kendince dengede tutma yöntemiyle şimdiye kadar karşılaştığımız ‘sözde’ kötü karakterlerden farkını belli ediyor.

müstakbel kurbanlarına verdiği, cebinden çıkarıp havaya fırlatacağı bozuk paranın yazı mı tu(ğ)ra olduğunu bilmelerini istediği son şansla seri katillerin tanrı rolüne soyunma heveslerini anımsatsa da chigurh doğru tahminle karşılaştığında oyunbozanlık yapmayıp bağışlayıcılığını sergiliyor. kırılan koluna tampon yapmak için gömleğini istediği çocuklara gömleğin bedelini fazlasıyla ödemek istemesi paçalarından kötülük saçılan bilindik ‘kötü’ karakterlerden çok farklı değil mi?

iyi ve kötünün sınırlarının çok belirgin kalın çizgilerle çizildiği romanların, ders kitaplarının, toplumun, hollywood’un, yeşilçamın, beyazcam’ın yarattığı iyi ve kötü arasındaki o belirgin farkın yavaş yavaş ortadan kalkması, belirsizleşmesi, –tıpkı gerçek dünyada olduğu üzere- daha gerçekçi profiller çizmesi adına sevindirici çünkü karakterlerin birer melek ya da şeytan olarak tasvir edilmeyeceği bir kurmaca dünyası ne kadar da kurmaca olsa gerçek hayata daha yakın duracak. ne iyiliğin ne de kötülüğün sanıldığı gibi bir yerlerde başlayıp bir yerlerde biten sınırları yok; pekala tek bir vücutta sürekli bir mücadele halinde birbirini dengelemeye çalışıyor, zamana, duruma, olanaklara bağlı olarak terazinin bir tarafı diğerine baskın çıkıyor olabilir.

iyi-kötü, siyah-beyaz, evet-hayır, bir-sıfır olmak zorunda değil. yıllar önce okuduğum bir yazının sonunda dediği gibi yazarın; gri güzel bir renktir.

Tuesday, June 3, 2008

çırpındıkça batıyorsun

kadıköy’ün biraz dışındaki bir havuzda seneler seneler evvel üç-dört yaşlarındaki bir çocuğun büyüttüğü su korkusunu yenmeye çalışıyorum. ilk dersimiz. hocamız havuzun iki buçuk metre derinliğinde olduğunu söylüyor. öyleyse babamın beni ilk kez suyla tanıştırmak için kollarımdan tutup fırlattığı kulleteyn’den daha derin değil. ama zaten boyu geçtikten sonra ister iki metre ister on metre olsun farketmezmiş.

suyla ilk temasım çok başarılı değil. dibe batmamaya, su yüzeyinde kalmaya çalıştıkça çırpınıyor, çırpındıkça dibe doğru batıyorum. can havliyle kulvar ipini tutarak kendimi yukarı doğru çektiğimde en az yarım litre de klorlu su yutmuş olmalıyım.

hocamız korkup panik yaptığım için su üzerinde duramadığımı söylüyor. ona göre kendimi rahat bıraktıktan sonra istesem de batamazmışım. dediğini yapıyorum; nefesimi tutup kendimi bırakıyorum ve bu bir mucize. artık, syrakusai’lı arşimet’ten binlerce yıl sonra suyun kaldırma kuvvetini yeniden keşfedenlerden biri de benim.

ilk ders bitiyor. dışarı çıkıp eve doğru yürüyorum. the smiths’in, there is a light that never goes out’una eşlik ederken bir yandan da az önceki su üzerinde kalma deneyimiyle hayatta kalma deneyimi arasında kurduğum benzerliği düşünüyordum. bazılarımızın hayatı da aslında böyleydi; çırpındıkça batıyorduk.