Sunday, March 29, 2009

this is your captain speaking - vol.bir



kongo demokratik cumhuriyeti; adın kongo, demokratik cumhuriyet olsan ne yazar.

mahallenin muhtarları; açılan açılmayan sandıklar, resmi olmayan sonuçlara göre muhtar adaylarının yüzde seksendördü profilden artistik bir pozlarının olduğu el ilanlarında ‘mahallede değişim zamanı’ sloganını kullanmış; alt tarafı ikametgah ilmühaberi vereceksin, ne değişimi ne zamanı oğlm!

pastel tadında çocukluğun; burnunun dibine yapışan jöle kıvamındaki sümüğün yanına çocuk merakın ve cesaretini ekleyip yenilebilir pastel boyadan bir diş alman. ölmemen ya da zehirlenmemen ama tadının da bir boka benzememesi. böylece hayatın boyunca aldığın, alacağın en düşük riskin üstesinden gelmenin verdiği boş gururun yanına lüzumsuz bir şey becermenin anlamsızlığını eklemen, aferim aferin aferi. şimdi sana birbuçuk beden büyük gelen kazağının sağ kolunun tersine burnunu silebilirsin.

qwerty akıllı olsun; henüz yazı bitmeden gelen tepkiler üzerine yazarımız, kongo demokratik cumhuriyetiyle ilgili söylediklerinin yanlış anlaşıldığını, kongo halkına karşı tarihten gelen derin bir sempati beslediğini, kongo kızlarının afrika kıtasının bir numarası olduğunu, yemeklerden kongo bazlamayı, tatlılardan kongo şöbiyet sevdiğini, futbolda kongo demirspor’u desteklediğini, çocukkene kırım-kongo kanamasız sıtmaya yakalandığını ama ölmediğini beyan etmiştir –keşke ölseymiş-.

şebeklik, işgüzarlık; temel gıda maddeleri kategorisinde olmayan bir boyanın yenilebilir diye lanse edilmesi. ne istediniz lan çocukluğumuzdan.

kırmızı ayakkaplı kız; birine benzettiydim de baktıydım da ne güzel şeydiydin de, sen. öyle.

Monday, March 23, 2009

ben buradayım sevgili okur sen neredesin acaba?

atay'ın günlüklerini okurken farkettim ki adam ben sen o biz siz onlar gibi. çok yalnız bir kere, belki cansever’in bir şiirindeki gibi bir kişi bile değil yalnızlıktan. üstelik yaşadığı süre boyunca eserlerinin sadece ilk baskısının yapıldığını, edebiyat çevrelerinde pek tanınmadığını hesaba kattığımızda henüz sanatının meyvelerini toplayamamış, toplayıp yalnızlığına meze edememiş bir adam.

sonra sinemayla alakası, izlediği filmlerde gördüğü londra’yı, iki katlı kırmızı otobüslerini -muhtemelen sevin ile özdeşleştirip- özlemesi, duygulanması pek şaşırttı beni, açıkçası bu denli yalnız bir adam beklemiyordum. zaten sıkıntı çekmeyen, zora, karasevdaya düşmeyen insan evladının oturup kafasını iki elinin arasına alıp düşünmesi, yazması, türkü çığırması olacak şey değil. ne derler bilirsin, mutlu insanların anlatacak hikayesi yoktur.

neyse, üşenmedim kendi parmakcağızlarımla atay’ın ilk iki günlük günlük performansını tuşladım sevgili okur, no copy, no paste, no hope, no harm, just carpe diem. enjoy.



25 Nisan 1970 - selim gibi günlük tutmaya başlayalım bakalım. sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. bu defteri bugün satın aldım. artık sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. "kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu" dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. canım insanlar! sonunda, bana, bunu da yaptınız.

26 nisan 1970 - bugün, blake edwards'ın -başoyuncu peter sellers- ‘the party’ adlı filmini gördüm. iyi niyetli ve korkunç sakar bir adamın hikayesi. ilk defa bir komedinin beni bu kadar yorduğunu, bana acı geldiğini gördüm. böyle bir insan ne yapabilir? ya bütün hayatınca, kendinin ne olduğunu bildiği için hiç kıpırdamadan, tırnağını bile oynatmadan bir köşede oturur; ya da -peter sellers gibi- bir kere başlayınca tutamaz kendini artık. peki bu adam ne yapsın? benim yaptığım gibi, yıllarca yaşamasın mı? sonunda tabii, bir kız çıkıyor ve onun kalbini anlıyor. efendim? filmin bitişi böyle. benim hayatımın bir kısmı da böyle oldu. fakat filim gibi hayat bir yerde bitmiyor. filmin devamı, sevin'e anlattığım gibi oluyor. "suç ve ceza'da marmaledov*, sarhoşları heyecanlandıran bir cennet hikayesi anlatır ve sonunda hepsinin içeri alındığını, cennetin kapısında bekleyen marmeladov gibi serserilere de "gelin hergeleler siz de..." denir. sonra... sonra içeride hadise çıkarıyorlar, masaları devirip, aynaları kırıyorlar. cehaletten, görmemiş olmaktan tabi. tekrar dışarı atılıyorlar sonunda. sevin, "artık meseleni sanat haline getirdin" dedi. doğru ya, sanat eseri ile insan, yaşar mı bir insanla yaşadığı gibi. peter sellers'ı seyretselerdi, nasıl kendilerini tutamadıklarını anlarlardı. bir gülüş, bir tatlı söz onu baştan çıkarır; bir bakıma zararlıdır. o tatlı bakışın sahibi, sonra, içine düştüğü ümitsiz pişmanlıktan kurtaramaz onu. bu ağırlığı da kimse çekemez. sevin bile, 'ağırlık' kelimesini kullandığım zaman yadırgamadı. bilmedi ki ben her şeyi hem görüyor, hem de ümitsizce öyle olmadığının söylenmesini bekliyordum. şimdi yalnızlığımı ve çaresizliğimi daha iyi görüyorum. londra'ya gitmeden önce, bana dayanılmaz gelen acı ümitler içindeydim. bütün mesele bu imkansızlığı görmekse, ben onu hiç yaşamadan da biliyordum. bu imkansızlığın ötesine geçip, onu zorlamadan bir şeyler çıkarabilecek miyim? bilmiyorum. bunu, bana zaman gösterecek.

*marmaledov: dostoyevski'nin suç ve ceza'sında raskolnikov'un aşık olduğu sonya'nın alkolik babası.

Friday, March 13, 2009

about:blank

bitlenmek üzere olan kanepenin boşalttığı yeri yeni bir kanepeyle, kullanımını gereksiz bulduğun şifonyerinkini ikea’dan 10 taksite aldığın kitaplıkla doldurabiliyorsun, ne güzel. artık biraları soğutmadığı için kapının önüne koyduğun buzdolabının boşluğunu başka bir buzdolabıyla, calgon kullanmadığın için rezistansı kireçlenen makineninkini –çamaşır mı bulaşık mı yazar burada emin olamıyor- gıcır gıcır bir beyaz eşyayla doldurabilmen de mümkün.

-sonra devam ettim-

ama mümkün olsa da buradan, bu durduğun yerden bakınca pek de mümkün gibi görünmeyen şu ki atkuyruğu saçları, yüzünün üçte birini kaplayan güneş gözlükleriyle belki hayatının kenarından kıyısından üstelik teğet sayılabilecek bir eğimden geçmiş birinin boşluğunu kapatamaman”.


“hani teğet geçmiştin ulan”

hızımı alamadım; “bu boşluğu bir süredir başka bir -boşluk-la kapatmaya çalışıyor olman ve bunu çok zaman sonra fark etmiş olmana da yuh diyorum utanmaz herif” dedim allah yarattı demedim giriştim kafasını gözünü yardım elimden zor aldılar.

yüzde doksan dokuzu boşluk olan insanoğlunun ne denli nedenli, nedensiz, ansızın beliren ya da kronik boşluk hissiyle başa çıkması kolay iş değil nitekim. cosmos kimseyi boşlukla terbiye etmesin, amin.


Tuesday, March 10, 2009

factotum canım benim

en kötü zamanlarımda bile kelimelerin içimde kabardığını hissederdim. onları kağıda dökmem gerekirdi yoksa ölümden daha beter bir duygunun üstesinden gelmem gerekirdi*” derken küfürbaz kumarbaz kadınbaz alkolbaz bukowskiyle empatide tavan yapıyoruz.







içinde kabaran kelimeler bir de akacak mecra bulamayıp yine içinde oradan buraya doksandörtnala koşturan boşluk hissiyle çarpışıp kimyasal tepkimeye girdiğinde ortaya çıkan enerjiyle sen başa çıkmaya çalışırken







43) lise sondaki çocuklar çoktan seçmeli bir sınav sorusu olarak karşılıyor;







a) serbest düşen bir kütlenin potansiyel enerjisi azalırken, kinetik enerjisi artar



b) yemişim kinetik enerjiyi sana bişiy olmasın



c) akan sıvılar da qwerty yasasına uyarlar



ç) kaptan öldü ve fakat bu tayfaların çok da skinde değil



e) hepsi



f) hiçbiri



g) yarısı



ğ) diğer yarısı







* even at my lowest times i can feel the words bubbling inside of me. i had to get them down or be overcome by something worse than death. words, not as precious things but as necessary things. yet, when i begin to doubt my ability to work the word i simply read another writer and i know i have nothing to worry about.






Sunday, March 1, 2009

arabesqwerty

sonra bir sabah sahip olduğun tek şeyi yitirmiş bir şekilde uyanıyorsun. sağa bakıyorsun, sola bakıyorsun, aşağı, yukarı, diagonal bakıyorsun, eski dilde suya bakıyorsun, çekmecelere, buzdolabına, henüz kapı arkasında duran ceplerine, akrebin yelkovanın gösterdiği yerlere, yerlere, avuçlarına, ellerine, ellerinle yoklayarak omuzlarına bakıyorsun yok, yok anuna koyi[m.ö 2009]

yeni günün ilk ışıklarıyla çöpçüler bütün ihtimal kırıntılarını da süpürmüştür. artık bulutları bir şeylere benzetmek olmayacak. yayınlanacak kanun hükmünde kararname ile gıyabında sevmekten imtina edilecek, saçları üzerindeki tüm haklardan feragat edilecek ve nihayed.ülke sınırları dışına çıkılacaktır.

böylece yine yeni yeniden bir yerlerde babalar oniki yaşından küçük çocuklarına oralet söylerken kendileri babalar gibi birer demli çay içmeye, tezgahtar kız yan komşuya para bozdurmaya gitmeye, fasulyenin ve ıspanağın faydaları sayılmakla bitmemeye, hala radyodan maç dinlenilmeye, gazetelerde vefat ve teşekkür ilanları yayınlanmaya, umut fakirin ekmeği olmaya, kitap arasında karanfil kurutulmaya, belediye otobüslerinde arkalara doğru ilerleyelim beyler [m.s. 2009].