Tuesday, June 30, 2009

17.vi.2009 - half part two

-previously on mecidiyeköy-

“15.vi.2005, iş çıkışı - çantamda cüzdanımı ararken asansör durdu, kapı açıldı. zemine geldiğimizi sanıp çıkmaya hazırlanırken beyazlar giyinmiş hoş bir kız da içeri girmeye çalışıyordu bir yandan da "gerçi burası 1. kat ama" diyerek. "hadi yaa" dedim, geri çekilerek. karşılıklı gülüştük, "yerçekiminden anlamalıydım" demedim ukalalık olmasın diye. deseydim iyi olurdu, böylece esprili ve zeki biri olduğumu sanabilirdi. yaka kartına baktım 'gıda mühendisiymiş'. ismini aklımda tutmaya çalıştım. asansör zeminde durup kapısı açıldığında bana yol gösterdi gözleriyle 'çıkın' diye, ben de kibarlık yapıp 'önce siz buyurun lütfen' dedim, eksilerde inecekmiş 'yok ben daha ineceğim' dedi. gülüştük tekrar, ben çıktım öküz gibi bir şey demeden, arkamdan 'iyi günler' diye seslendi, ben de 'iyi günler' dedim her zamankinden yüksek bir ses tonuyla. ismini hatırlayamıyorum şimdi, iyice bakamamışım demek ki...

...cafe'nin girişinde genç bir çift birazdan vedalaşacakmış gibi sarılıp öpüşmeye başladı durup durup konuşarak. bu kalabalık yalnızlıkta yapılacak iş miydi şimdi bu? canım sıkıldı, başka yöne çevirdim kafamı, mini etek giymiş genç bir kızın bacaklarına takıldı gözüm. sol dizinin üzerinden kalçasına doğru çorabı kaçmıştı. bir ara karşıya geçecek gibi oldu, sonra vazgeçti, benim oturduğum cafenin kapısından içeri girdi. görüş alanıma girse yanına gidip estetik zevkimi bozmaya hakkı olmadığını, evden çıkarken çorabına dikkat etmesi gerektiğini, kaçan çoraplar için ruj, sakız kullanabileceğini ve daha pek çok şeyi söyleyecektim...

...cumartesileri çalışmıyorum dedi yanımdaki masada oturan kız yanındaki çocuğa... çocuk kızın elini avuçlarına alıp küçük bir öpücük kondurdu... kör bir adam elinde değneği ilerlemeye çalışıyor... görüntüyü dondurup kelleleri saymaya kalkarsam beş bin'i bulurum herhalde. en kötü ihtimalle iki bin'e kadar duraksamadan sayarım. bir kaçının düşüncelerini okumaya çalıştım: ne yemek yapsam? trafiğin amına koyim, şefin götüne. denilson fener'e gelir mi? bankadan para çeksem mi? şuraya otursam yarım saat. muhasebedeki kız motor herhalde, götürmek gerek. tiyatro'ya gitmeli. saç diplerim gelmiş. ayakkabıları boyatayım yarın... güneş batmak üzere, yanımdaki çiftin ayrılmasıyla birlikte romantizm'de cafe'yi terk etti, yerlerine iri kıyım üç herif geldi. ben de gitmeliyim artık”


beş yıl geçti aradan. o günkü hikayemizin kahramanlarına neler olmuş, bakalım;

beyazlar giyinmiş hoş kız sekiz ay sonra içerenköy'deki başka bir tablot şirketinde çalışmaya başladı, bir buçuk sene sonra doktor takviyesiyle gitmeye başladığı yüzme havuzunda kurbağalama yaparken biriyle tanıştı, çocukluğunda favori kahramanı kurbağacıktan prens olan kişi olduğu için arkadaşlıkları kısa sürede -şimdi adını anmak istemediğim- başka bir şeye dönüştü, evlendiler -they get married-, her akşam sevişiyorlar, seks yapıyorlar falan. tabi haliyle hemen fırlama bir çocukları oldu -they have a kid-, ikincisini de önümüzdeki nisan ayında bekliyorlar. kız olursa ismini nisan koyacaklar -april-. mış. cafenin girişindeki genç çift o günkü buluşmadan üç ay sonra artık görüşmemeye karar verdiler. daha doğrusu önce kız sudan bir bahaneyle çocuğun telefonlarına çıkmamaya başladı, kem küm etti, ıkındı, off ya yaptı, meşgule aldı falan. kızın inadı kırılınca da bu kez beyimiz inat etti. "sktir et lan rospuyu arramıyom tarragona" dedi sağda solda arkasından konuştu hatta, bakkala bile söyledi bakkalı niye karıştırıyorsa. zaten çocuk kızı kocaman memeleri yüzünden... neyse bunu bilmeseniz de olur. tüm bunların üstüne bir de çocuğun çalıştığı şubeden başka bir yere ataması çıkınca, öylece bitti. çocuk bugünlerde hala sap, kız ise baba tarafından uzak akrabası -distant relative- biriyle evlendirildi geçen yaz, ilk başlardaki mutsuzluğu şimdilerde alışkanlığa dönüşmek üzere. çorabı kaçan mini etekli kadından, o sonbahar o zamanki işine göre pek de iyi olmayan şartlarda ingiltere'den gelen iş teklifini kabul edip gittiğinden beri haber alamıyoruz. merak da ediyor değiliz hani, çok da skin, majesteleri düşünsün, artık olur olmadık kaçan çoraplarından kraliçe ikinci elizabeth ve prens albert sorumlu. denilson. denilson de oliviera araujo. adam fener'e gelmedi, bordo'ya gitti hayatının en büyük yanlışını yaptı bordo'da 31 maçta 3 gol attı. 31 maçta 3 gol atılır mı oğlum sen futbolcu adamsın. neyse sonra muhtelif kulüplerde futbolcu, muhasebe sorumlusu hatta kat otoparkı bekçisi dahil çeşitli pozisyonlarda çalıştı. denilson evli ve biraz çocukları vardır. denilson, ingilizce(orta) ve brezilyaca biliyor. muhasebedeki motor. motor değilmiş -karbüratörmüş haha espricik-, zaten onu içinden düşünen çocuk da sonradan "abi günahını almışız, biraz hafifmeşrep ama kızcağız senden benden namuslu" dedi. ne yalan söyleyeyim ben de bir an götüreyim diye düşünmedim değil, gerçi benim de kabahatim değil, libido diye bir şey var, doktorlar da hep söylüyor, haydar dümen de yazılarında bahsediyor, yeri geliyor düz duvara tırmandırıyor neyse iri kıyım üç heriften uzun süre haber alınamadıktan sonra ta ki bir iki yıl önce bir pazar sabahı kadıköy starbucks'ta romeo kılığında görüldüler. halisünasyon oldukları sanılıyor.

devam edecek...

Monday, June 29, 2009

17.VI.2009 – part two

22:27 [mecidiyeköy bambi cafe] içeri girip görür görmez rahat edemeyeceğimi bildiğim herhangi bir masaya kuruluyorum. rahat edeceğimi bildiğim pencere kenarındakiler kapılmış çünkü. otobüste, uçakta, cafede, iskelede, vapurda pencere kenarı. –caddenin öbür tarafına kadar bile olsa- uzaklara bakma isteği. uzaklara neden bakarız, neden bakmalıyız artık biliyoruz.

/garson geliyor; afedersiniz beyefendi ama uzaklara bakma kalmamış, size şunlardan, bunlardan ve onlardan verebiliriz -bu durumda en son istiklal şubesindekini andıran bir dürümle yetinmek zorundayız-. peki madem, kaşarlı olsun, bir de limonata. garson gidiyor/

bir süre için kafamı yukarı kaldırıp tavana bakıyorum, ilginç birşeyler görmeyi umarak, bildiğin tavan lan, hiç ilginç değil, kafamı indirip uzak olmasa da bakacak başka hedeflere yöneliyorum. sağ çaprazımdaki masada yirmidörtlerinde hoş bir kadın oturuyor, kadına bakıyorum. tek başına. mutlu gibi görünüyor, ne de olsa pencere kenarına kurulmuş. uzaklara baktığı söylenemez, aslında gayet de yakına bakıyor, önündeki kağıtan bir şeyler okuyor, notlar alıyor, rakamlar falan. bir an kafasını kaldırıyor, yüzyüze geliyoruz. bu kez başımı çevirmiyorum, belli ki bela arıyorum -gerginim zaten-, biraz daha bakıyor, biraz daha bakıyorum, bakıyor, bakıyorum, bakıyor, bakıyorum. sonra ikimiz birden bu it dalaşını anlamsız buluyoruz, gözüm karşıdaki ekranda oynayan kurtlar vadisine kayıyor, kadın –the women mention about- önündeki notlara geri dönüyor.

-by the way- kaşarlı dürüm ve limonata gelmiş, yumuluyorum, yudumluyorum. istiklal’deki kadar olmasa da tadı, fena değil, artık sağa sola bakan hayvanlar gibi değil, yemekle terbiye olan hayvanlar gibiyim ##special effects: ham # hum # şapur # şupur## yemeğimi bitirmek üzereyken, o da ne, o da nesi sayın seyirciler; yirmi dörtlerindeki hanım kızımızın karşısına aynı yaşlarda kirli sakallı bir erkek -sen de falancan, ben diyeyim filancan- kuruluyor; canım, cicim, ah, youngstown, oh. görünüşe göre birilerinin menüsünde birileri var haha -yazardan, artık alışık olduğumuz alaylı gülümsemesi-.

önüme dönüp yemeğimin son kalıntılarını süpürürken, yamyam çiftimiz de kalkmaya niyetleniyor, -tırnak içinde- maceranın başında hoş olduğu sanılan kadına bakıyorum kalkarlarken, gözüm önce platform topuklu ayakkabılarına takılıyor, sonra geniş basenlerine, sonra aşk tutamaçlarına, sonra şekilsiz küpelerine, sonra biçimsiz saçlarına, sonra orasına, sonra burasına, sonra gözlerimi her kapatıp açtığımda listeme yeni uzuvlar, yeni maddeler ekleniyor. artık gözüme o kadar da hoş görünmüyor, zaten az sooooora da, artık görünmüyorlar.

hesabı ödeyip bir süre daha oturup iki dükkan bitişikteki starbucks’a doğru yollanıyorum, hedefte bir miktar yalnızlığa meze yapılacak –muhtemelen güney amerika’nın bir ülkesinden- ucuz ve bol kepçe günün kahvesi var. az soooooora.

to be continued...

Sunday, June 28, 2009

17.VI.2009 – part one

21:49 [halaskargazi cadddesi üzerinde bir ofis] yorucu bir gün. aldığım parayı hakettim dediğim günlerden. böyle bir girişle başlayınca çok para alıyormuşum gibi. bol sıfırlı kontratlar falan. hayır efendim onbin lira maaş almıyorum, hatta yedibinbeşyüz lira bile almıyorum. bile deyince yedibinbeşyüz lira maaşı küçümsediğim düşünülebilir, düşünülmesin, zira günümüz şartlarında yedibinbeşyüz lira iyi para. sevdiceğinle izlanda’da bir ay tatil yapabilir, içinde pekin ördeğinden ren geyiğine onlarca hayvanat olan bir bahçesi kurabilir, iki tane şu pahalı ingiliz montlarından alabilirsin. neydi adı... hah burberry –börbıri diye okunur-. onlar halka –malolmuş- değil fil ve onların adı mont değil biliyorum. ördek’ten de hayvanat bahçesi mi olurmuş canım dediğinizi de duydum. en son ne zaman bir ördek görmüştünüz? efendim? onyedi yıl önce. evet, duymak istediğim buydu, bakın beyefendi qwerty sirkçilik olarak biz onyedi yıllık bir bekleyişi ayağınıza getiriyoruz zira buradan bakınca onyedi yıl daha beklermişsiniz gibime geliyor –alaylı bir gülümseme-.

zira kelimesini farkında olmadan çok kere kullandığımı farkettim, -yazarımız başını öne eğer- sanırım orta yaşlanıyorum –az önceki alaylı gülümseme yerini umutsuz bir surata bırakır-.

/orta yaşlandığını anlayan yazarımız ofisi kapatır, ortalama bir moral bozukluğuyla mecidiyeköy yönüne doğru akan insan kalabalığına karışır/

to be continued...