Tuesday, June 30, 2009

17.vi.2009 - half part two

-previously on mecidiyeköy-

“15.vi.2005, iş çıkışı - çantamda cüzdanımı ararken asansör durdu, kapı açıldı. zemine geldiğimizi sanıp çıkmaya hazırlanırken beyazlar giyinmiş hoş bir kız da içeri girmeye çalışıyordu bir yandan da "gerçi burası 1. kat ama" diyerek. "hadi yaa" dedim, geri çekilerek. karşılıklı gülüştük, "yerçekiminden anlamalıydım" demedim ukalalık olmasın diye. deseydim iyi olurdu, böylece esprili ve zeki biri olduğumu sanabilirdi. yaka kartına baktım 'gıda mühendisiymiş'. ismini aklımda tutmaya çalıştım. asansör zeminde durup kapısı açıldığında bana yol gösterdi gözleriyle 'çıkın' diye, ben de kibarlık yapıp 'önce siz buyurun lütfen' dedim, eksilerde inecekmiş 'yok ben daha ineceğim' dedi. gülüştük tekrar, ben çıktım öküz gibi bir şey demeden, arkamdan 'iyi günler' diye seslendi, ben de 'iyi günler' dedim her zamankinden yüksek bir ses tonuyla. ismini hatırlayamıyorum şimdi, iyice bakamamışım demek ki...

...cafe'nin girişinde genç bir çift birazdan vedalaşacakmış gibi sarılıp öpüşmeye başladı durup durup konuşarak. bu kalabalık yalnızlıkta yapılacak iş miydi şimdi bu? canım sıkıldı, başka yöne çevirdim kafamı, mini etek giymiş genç bir kızın bacaklarına takıldı gözüm. sol dizinin üzerinden kalçasına doğru çorabı kaçmıştı. bir ara karşıya geçecek gibi oldu, sonra vazgeçti, benim oturduğum cafenin kapısından içeri girdi. görüş alanıma girse yanına gidip estetik zevkimi bozmaya hakkı olmadığını, evden çıkarken çorabına dikkat etmesi gerektiğini, kaçan çoraplar için ruj, sakız kullanabileceğini ve daha pek çok şeyi söyleyecektim...

...cumartesileri çalışmıyorum dedi yanımdaki masada oturan kız yanındaki çocuğa... çocuk kızın elini avuçlarına alıp küçük bir öpücük kondurdu... kör bir adam elinde değneği ilerlemeye çalışıyor... görüntüyü dondurup kelleleri saymaya kalkarsam beş bin'i bulurum herhalde. en kötü ihtimalle iki bin'e kadar duraksamadan sayarım. bir kaçının düşüncelerini okumaya çalıştım: ne yemek yapsam? trafiğin amına koyim, şefin götüne. denilson fener'e gelir mi? bankadan para çeksem mi? şuraya otursam yarım saat. muhasebedeki kız motor herhalde, götürmek gerek. tiyatro'ya gitmeli. saç diplerim gelmiş. ayakkabıları boyatayım yarın... güneş batmak üzere, yanımdaki çiftin ayrılmasıyla birlikte romantizm'de cafe'yi terk etti, yerlerine iri kıyım üç herif geldi. ben de gitmeliyim artık”


beş yıl geçti aradan. o günkü hikayemizin kahramanlarına neler olmuş, bakalım;

beyazlar giyinmiş hoş kız sekiz ay sonra içerenköy'deki başka bir tablot şirketinde çalışmaya başladı, bir buçuk sene sonra doktor takviyesiyle gitmeye başladığı yüzme havuzunda kurbağalama yaparken biriyle tanıştı, çocukluğunda favori kahramanı kurbağacıktan prens olan kişi olduğu için arkadaşlıkları kısa sürede -şimdi adını anmak istemediğim- başka bir şeye dönüştü, evlendiler -they get married-, her akşam sevişiyorlar, seks yapıyorlar falan. tabi haliyle hemen fırlama bir çocukları oldu -they have a kid-, ikincisini de önümüzdeki nisan ayında bekliyorlar. kız olursa ismini nisan koyacaklar -april-. mış. cafenin girişindeki genç çift o günkü buluşmadan üç ay sonra artık görüşmemeye karar verdiler. daha doğrusu önce kız sudan bir bahaneyle çocuğun telefonlarına çıkmamaya başladı, kem küm etti, ıkındı, off ya yaptı, meşgule aldı falan. kızın inadı kırılınca da bu kez beyimiz inat etti. "sktir et lan rospuyu arramıyom tarragona" dedi sağda solda arkasından konuştu hatta, bakkala bile söyledi bakkalı niye karıştırıyorsa. zaten çocuk kızı kocaman memeleri yüzünden... neyse bunu bilmeseniz de olur. tüm bunların üstüne bir de çocuğun çalıştığı şubeden başka bir yere ataması çıkınca, öylece bitti. çocuk bugünlerde hala sap, kız ise baba tarafından uzak akrabası -distant relative- biriyle evlendirildi geçen yaz, ilk başlardaki mutsuzluğu şimdilerde alışkanlığa dönüşmek üzere. çorabı kaçan mini etekli kadından, o sonbahar o zamanki işine göre pek de iyi olmayan şartlarda ingiltere'den gelen iş teklifini kabul edip gittiğinden beri haber alamıyoruz. merak da ediyor değiliz hani, çok da skin, majesteleri düşünsün, artık olur olmadık kaçan çoraplarından kraliçe ikinci elizabeth ve prens albert sorumlu. denilson. denilson de oliviera araujo. adam fener'e gelmedi, bordo'ya gitti hayatının en büyük yanlışını yaptı bordo'da 31 maçta 3 gol attı. 31 maçta 3 gol atılır mı oğlum sen futbolcu adamsın. neyse sonra muhtelif kulüplerde futbolcu, muhasebe sorumlusu hatta kat otoparkı bekçisi dahil çeşitli pozisyonlarda çalıştı. denilson evli ve biraz çocukları vardır. denilson, ingilizce(orta) ve brezilyaca biliyor. muhasebedeki motor. motor değilmiş -karbüratörmüş haha espricik-, zaten onu içinden düşünen çocuk da sonradan "abi günahını almışız, biraz hafifmeşrep ama kızcağız senden benden namuslu" dedi. ne yalan söyleyeyim ben de bir an götüreyim diye düşünmedim değil, gerçi benim de kabahatim değil, libido diye bir şey var, doktorlar da hep söylüyor, haydar dümen de yazılarında bahsediyor, yeri geliyor düz duvara tırmandırıyor neyse iri kıyım üç heriften uzun süre haber alınamadıktan sonra ta ki bir iki yıl önce bir pazar sabahı kadıköy starbucks'ta romeo kılığında görüldüler. halisünasyon oldukları sanılıyor.

devam edecek...

Monday, June 29, 2009

17.VI.2009 – part two

22:27 [mecidiyeköy bambi cafe] içeri girip görür görmez rahat edemeyeceğimi bildiğim herhangi bir masaya kuruluyorum. rahat edeceğimi bildiğim pencere kenarındakiler kapılmış çünkü. otobüste, uçakta, cafede, iskelede, vapurda pencere kenarı. –caddenin öbür tarafına kadar bile olsa- uzaklara bakma isteği. uzaklara neden bakarız, neden bakmalıyız artık biliyoruz.

/garson geliyor; afedersiniz beyefendi ama uzaklara bakma kalmamış, size şunlardan, bunlardan ve onlardan verebiliriz -bu durumda en son istiklal şubesindekini andıran bir dürümle yetinmek zorundayız-. peki madem, kaşarlı olsun, bir de limonata. garson gidiyor/

bir süre için kafamı yukarı kaldırıp tavana bakıyorum, ilginç birşeyler görmeyi umarak, bildiğin tavan lan, hiç ilginç değil, kafamı indirip uzak olmasa da bakacak başka hedeflere yöneliyorum. sağ çaprazımdaki masada yirmidörtlerinde hoş bir kadın oturuyor, kadına bakıyorum. tek başına. mutlu gibi görünüyor, ne de olsa pencere kenarına kurulmuş. uzaklara baktığı söylenemez, aslında gayet de yakına bakıyor, önündeki kağıtan bir şeyler okuyor, notlar alıyor, rakamlar falan. bir an kafasını kaldırıyor, yüzyüze geliyoruz. bu kez başımı çevirmiyorum, belli ki bela arıyorum -gerginim zaten-, biraz daha bakıyor, biraz daha bakıyorum, bakıyor, bakıyorum, bakıyor, bakıyorum. sonra ikimiz birden bu it dalaşını anlamsız buluyoruz, gözüm karşıdaki ekranda oynayan kurtlar vadisine kayıyor, kadın –the women mention about- önündeki notlara geri dönüyor.

-by the way- kaşarlı dürüm ve limonata gelmiş, yumuluyorum, yudumluyorum. istiklal’deki kadar olmasa da tadı, fena değil, artık sağa sola bakan hayvanlar gibi değil, yemekle terbiye olan hayvanlar gibiyim ##special effects: ham # hum # şapur # şupur## yemeğimi bitirmek üzereyken, o da ne, o da nesi sayın seyirciler; yirmi dörtlerindeki hanım kızımızın karşısına aynı yaşlarda kirli sakallı bir erkek -sen de falancan, ben diyeyim filancan- kuruluyor; canım, cicim, ah, youngstown, oh. görünüşe göre birilerinin menüsünde birileri var haha -yazardan, artık alışık olduğumuz alaylı gülümsemesi-.

önüme dönüp yemeğimin son kalıntılarını süpürürken, yamyam çiftimiz de kalkmaya niyetleniyor, -tırnak içinde- maceranın başında hoş olduğu sanılan kadına bakıyorum kalkarlarken, gözüm önce platform topuklu ayakkabılarına takılıyor, sonra geniş basenlerine, sonra aşk tutamaçlarına, sonra şekilsiz küpelerine, sonra biçimsiz saçlarına, sonra orasına, sonra burasına, sonra gözlerimi her kapatıp açtığımda listeme yeni uzuvlar, yeni maddeler ekleniyor. artık gözüme o kadar da hoş görünmüyor, zaten az sooooora da, artık görünmüyorlar.

hesabı ödeyip bir süre daha oturup iki dükkan bitişikteki starbucks’a doğru yollanıyorum, hedefte bir miktar yalnızlığa meze yapılacak –muhtemelen güney amerika’nın bir ülkesinden- ucuz ve bol kepçe günün kahvesi var. az soooooora.

to be continued...

Sunday, June 28, 2009

17.VI.2009 – part one

21:49 [halaskargazi cadddesi üzerinde bir ofis] yorucu bir gün. aldığım parayı hakettim dediğim günlerden. böyle bir girişle başlayınca çok para alıyormuşum gibi. bol sıfırlı kontratlar falan. hayır efendim onbin lira maaş almıyorum, hatta yedibinbeşyüz lira bile almıyorum. bile deyince yedibinbeşyüz lira maaşı küçümsediğim düşünülebilir, düşünülmesin, zira günümüz şartlarında yedibinbeşyüz lira iyi para. sevdiceğinle izlanda’da bir ay tatil yapabilir, içinde pekin ördeğinden ren geyiğine onlarca hayvanat olan bir bahçesi kurabilir, iki tane şu pahalı ingiliz montlarından alabilirsin. neydi adı... hah burberry –börbıri diye okunur-. onlar halka –malolmuş- değil fil ve onların adı mont değil biliyorum. ördek’ten de hayvanat bahçesi mi olurmuş canım dediğinizi de duydum. en son ne zaman bir ördek görmüştünüz? efendim? onyedi yıl önce. evet, duymak istediğim buydu, bakın beyefendi qwerty sirkçilik olarak biz onyedi yıllık bir bekleyişi ayağınıza getiriyoruz zira buradan bakınca onyedi yıl daha beklermişsiniz gibime geliyor –alaylı bir gülümseme-.

zira kelimesini farkında olmadan çok kere kullandığımı farkettim, -yazarımız başını öne eğer- sanırım orta yaşlanıyorum –az önceki alaylı gülümseme yerini umutsuz bir surata bırakır-.

/orta yaşlandığını anlayan yazarımız ofisi kapatır, ortalama bir moral bozukluğuyla mecidiyeköy yönüne doğru akan insan kalabalığına karışır/

to be continued...

Sunday, April 26, 2009

excuse for bad grammar

karşı yönlerden gelirken birbiriyle hafifçe çarpışan iki otobüsün kendi şoförünün tarafını tutan yolcuları gibiyiz. bir an için göz göze geliyor, birbirimize hafif gerilim yüklü, kınayan bakışlar fırlatıyoruz.

oysa ikimizin de yanlış zamanda yanlış yerde bulunması dışında bir kabahati yoktu, değil mi?

aynı dili konuşmak ama doğru zamanı, doğru formları, doğru kelimeleri bulamamak, ne diyeceğini, ne yapacağını bilememek, çuvallamak.

Sunday, March 29, 2009

this is your captain speaking - vol.bir



kongo demokratik cumhuriyeti; adın kongo, demokratik cumhuriyet olsan ne yazar.

mahallenin muhtarları; açılan açılmayan sandıklar, resmi olmayan sonuçlara göre muhtar adaylarının yüzde seksendördü profilden artistik bir pozlarının olduğu el ilanlarında ‘mahallede değişim zamanı’ sloganını kullanmış; alt tarafı ikametgah ilmühaberi vereceksin, ne değişimi ne zamanı oğlm!

pastel tadında çocukluğun; burnunun dibine yapışan jöle kıvamındaki sümüğün yanına çocuk merakın ve cesaretini ekleyip yenilebilir pastel boyadan bir diş alman. ölmemen ya da zehirlenmemen ama tadının da bir boka benzememesi. böylece hayatın boyunca aldığın, alacağın en düşük riskin üstesinden gelmenin verdiği boş gururun yanına lüzumsuz bir şey becermenin anlamsızlığını eklemen, aferim aferin aferi. şimdi sana birbuçuk beden büyük gelen kazağının sağ kolunun tersine burnunu silebilirsin.

qwerty akıllı olsun; henüz yazı bitmeden gelen tepkiler üzerine yazarımız, kongo demokratik cumhuriyetiyle ilgili söylediklerinin yanlış anlaşıldığını, kongo halkına karşı tarihten gelen derin bir sempati beslediğini, kongo kızlarının afrika kıtasının bir numarası olduğunu, yemeklerden kongo bazlamayı, tatlılardan kongo şöbiyet sevdiğini, futbolda kongo demirspor’u desteklediğini, çocukkene kırım-kongo kanamasız sıtmaya yakalandığını ama ölmediğini beyan etmiştir –keşke ölseymiş-.

şebeklik, işgüzarlık; temel gıda maddeleri kategorisinde olmayan bir boyanın yenilebilir diye lanse edilmesi. ne istediniz lan çocukluğumuzdan.

kırmızı ayakkaplı kız; birine benzettiydim de baktıydım da ne güzel şeydiydin de, sen. öyle.

Monday, March 23, 2009

ben buradayım sevgili okur sen neredesin acaba?

atay'ın günlüklerini okurken farkettim ki adam ben sen o biz siz onlar gibi. çok yalnız bir kere, belki cansever’in bir şiirindeki gibi bir kişi bile değil yalnızlıktan. üstelik yaşadığı süre boyunca eserlerinin sadece ilk baskısının yapıldığını, edebiyat çevrelerinde pek tanınmadığını hesaba kattığımızda henüz sanatının meyvelerini toplayamamış, toplayıp yalnızlığına meze edememiş bir adam.

sonra sinemayla alakası, izlediği filmlerde gördüğü londra’yı, iki katlı kırmızı otobüslerini -muhtemelen sevin ile özdeşleştirip- özlemesi, duygulanması pek şaşırttı beni, açıkçası bu denli yalnız bir adam beklemiyordum. zaten sıkıntı çekmeyen, zora, karasevdaya düşmeyen insan evladının oturup kafasını iki elinin arasına alıp düşünmesi, yazması, türkü çığırması olacak şey değil. ne derler bilirsin, mutlu insanların anlatacak hikayesi yoktur.

neyse, üşenmedim kendi parmakcağızlarımla atay’ın ilk iki günlük günlük performansını tuşladım sevgili okur, no copy, no paste, no hope, no harm, just carpe diem. enjoy.



25 Nisan 1970 - selim gibi günlük tutmaya başlayalım bakalım. sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. bu defteri bugün satın aldım. artık sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. "kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu" dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. canım insanlar! sonunda, bana, bunu da yaptınız.

26 nisan 1970 - bugün, blake edwards'ın -başoyuncu peter sellers- ‘the party’ adlı filmini gördüm. iyi niyetli ve korkunç sakar bir adamın hikayesi. ilk defa bir komedinin beni bu kadar yorduğunu, bana acı geldiğini gördüm. böyle bir insan ne yapabilir? ya bütün hayatınca, kendinin ne olduğunu bildiği için hiç kıpırdamadan, tırnağını bile oynatmadan bir köşede oturur; ya da -peter sellers gibi- bir kere başlayınca tutamaz kendini artık. peki bu adam ne yapsın? benim yaptığım gibi, yıllarca yaşamasın mı? sonunda tabii, bir kız çıkıyor ve onun kalbini anlıyor. efendim? filmin bitişi böyle. benim hayatımın bir kısmı da böyle oldu. fakat filim gibi hayat bir yerde bitmiyor. filmin devamı, sevin'e anlattığım gibi oluyor. "suç ve ceza'da marmaledov*, sarhoşları heyecanlandıran bir cennet hikayesi anlatır ve sonunda hepsinin içeri alındığını, cennetin kapısında bekleyen marmeladov gibi serserilere de "gelin hergeleler siz de..." denir. sonra... sonra içeride hadise çıkarıyorlar, masaları devirip, aynaları kırıyorlar. cehaletten, görmemiş olmaktan tabi. tekrar dışarı atılıyorlar sonunda. sevin, "artık meseleni sanat haline getirdin" dedi. doğru ya, sanat eseri ile insan, yaşar mı bir insanla yaşadığı gibi. peter sellers'ı seyretselerdi, nasıl kendilerini tutamadıklarını anlarlardı. bir gülüş, bir tatlı söz onu baştan çıkarır; bir bakıma zararlıdır. o tatlı bakışın sahibi, sonra, içine düştüğü ümitsiz pişmanlıktan kurtaramaz onu. bu ağırlığı da kimse çekemez. sevin bile, 'ağırlık' kelimesini kullandığım zaman yadırgamadı. bilmedi ki ben her şeyi hem görüyor, hem de ümitsizce öyle olmadığının söylenmesini bekliyordum. şimdi yalnızlığımı ve çaresizliğimi daha iyi görüyorum. londra'ya gitmeden önce, bana dayanılmaz gelen acı ümitler içindeydim. bütün mesele bu imkansızlığı görmekse, ben onu hiç yaşamadan da biliyordum. bu imkansızlığın ötesine geçip, onu zorlamadan bir şeyler çıkarabilecek miyim? bilmiyorum. bunu, bana zaman gösterecek.

*marmaledov: dostoyevski'nin suç ve ceza'sında raskolnikov'un aşık olduğu sonya'nın alkolik babası.

Friday, March 13, 2009

about:blank

bitlenmek üzere olan kanepenin boşalttığı yeri yeni bir kanepeyle, kullanımını gereksiz bulduğun şifonyerinkini ikea’dan 10 taksite aldığın kitaplıkla doldurabiliyorsun, ne güzel. artık biraları soğutmadığı için kapının önüne koyduğun buzdolabının boşluğunu başka bir buzdolabıyla, calgon kullanmadığın için rezistansı kireçlenen makineninkini –çamaşır mı bulaşık mı yazar burada emin olamıyor- gıcır gıcır bir beyaz eşyayla doldurabilmen de mümkün.

-sonra devam ettim-

ama mümkün olsa da buradan, bu durduğun yerden bakınca pek de mümkün gibi görünmeyen şu ki atkuyruğu saçları, yüzünün üçte birini kaplayan güneş gözlükleriyle belki hayatının kenarından kıyısından üstelik teğet sayılabilecek bir eğimden geçmiş birinin boşluğunu kapatamaman”.


“hani teğet geçmiştin ulan”

hızımı alamadım; “bu boşluğu bir süredir başka bir -boşluk-la kapatmaya çalışıyor olman ve bunu çok zaman sonra fark etmiş olmana da yuh diyorum utanmaz herif” dedim allah yarattı demedim giriştim kafasını gözünü yardım elimden zor aldılar.

yüzde doksan dokuzu boşluk olan insanoğlunun ne denli nedenli, nedensiz, ansızın beliren ya da kronik boşluk hissiyle başa çıkması kolay iş değil nitekim. cosmos kimseyi boşlukla terbiye etmesin, amin.


Tuesday, March 10, 2009

factotum canım benim

en kötü zamanlarımda bile kelimelerin içimde kabardığını hissederdim. onları kağıda dökmem gerekirdi yoksa ölümden daha beter bir duygunun üstesinden gelmem gerekirdi*” derken küfürbaz kumarbaz kadınbaz alkolbaz bukowskiyle empatide tavan yapıyoruz.







içinde kabaran kelimeler bir de akacak mecra bulamayıp yine içinde oradan buraya doksandörtnala koşturan boşluk hissiyle çarpışıp kimyasal tepkimeye girdiğinde ortaya çıkan enerjiyle sen başa çıkmaya çalışırken







43) lise sondaki çocuklar çoktan seçmeli bir sınav sorusu olarak karşılıyor;







a) serbest düşen bir kütlenin potansiyel enerjisi azalırken, kinetik enerjisi artar



b) yemişim kinetik enerjiyi sana bişiy olmasın



c) akan sıvılar da qwerty yasasına uyarlar



ç) kaptan öldü ve fakat bu tayfaların çok da skinde değil



e) hepsi



f) hiçbiri



g) yarısı



ğ) diğer yarısı







* even at my lowest times i can feel the words bubbling inside of me. i had to get them down or be overcome by something worse than death. words, not as precious things but as necessary things. yet, when i begin to doubt my ability to work the word i simply read another writer and i know i have nothing to worry about.






Sunday, March 1, 2009

arabesqwerty

sonra bir sabah sahip olduğun tek şeyi yitirmiş bir şekilde uyanıyorsun. sağa bakıyorsun, sola bakıyorsun, aşağı, yukarı, diagonal bakıyorsun, eski dilde suya bakıyorsun, çekmecelere, buzdolabına, henüz kapı arkasında duran ceplerine, akrebin yelkovanın gösterdiği yerlere, yerlere, avuçlarına, ellerine, ellerinle yoklayarak omuzlarına bakıyorsun yok, yok anuna koyi[m.ö 2009]

yeni günün ilk ışıklarıyla çöpçüler bütün ihtimal kırıntılarını da süpürmüştür. artık bulutları bir şeylere benzetmek olmayacak. yayınlanacak kanun hükmünde kararname ile gıyabında sevmekten imtina edilecek, saçları üzerindeki tüm haklardan feragat edilecek ve nihayed.ülke sınırları dışına çıkılacaktır.

böylece yine yeni yeniden bir yerlerde babalar oniki yaşından küçük çocuklarına oralet söylerken kendileri babalar gibi birer demli çay içmeye, tezgahtar kız yan komşuya para bozdurmaya gitmeye, fasulyenin ve ıspanağın faydaları sayılmakla bitmemeye, hala radyodan maç dinlenilmeye, gazetelerde vefat ve teşekkür ilanları yayınlanmaya, umut fakirin ekmeği olmaya, kitap arasında karanfil kurutulmaya, belediye otobüslerinde arkalara doğru ilerleyelim beyler [m.s. 2009].


Tuesday, February 24, 2009

what does it take to find a lost love?



rupi milyoneri ile ilk kez karakoldaki işkence sahnesinde karşılaşıyoruz. karakolda ve yarışma sırasındaki geri dönüşler de bizi -film boyunca kullanılan metaforlardan biri olan- 'üç silahşörler; jamal, latika ve salim'in çocukluk ve ilk gençlikleri eşliğinde hindistan'ın gettolarına götürüyor.

kim milyoner olmak ister türünde bir yarışmaya böylesi bir hikaye giydirmek ciddi bir risk, bu riski üstelik deplasmanda, çok farklı bir toplumsal ve sinemasal kültürde üstlenmek ise büyük bir cesaret işiydi. trainspotting'in oscarlı yönetmeni danny boyle, neredeyse tamamı hindu oyunculardan kurulu slumdog millionaire'de hindu bir yönetmen kılığına girerek 'varım' dedi. karşılığını da golden globe, oscar ve bilumum ödüller ve salondan hoşnut ayrılan seyircilerle fazlasıyla almış görünüyor.

her şey olup bittikten sonraki bollywood usulü toplu dans gösterisi, o hep dalga geçilen hint sinemasının, şimdiye dek kendisine burun kıvıran genel geçer sinema anlayışına nanik yapması anlamına da gelebilir.

hindu yazar vikas swarup'un q and a isimli romanından uyarlanan slumdog millionaire, belki de o bilindik soruya da cevap veriyor; ‘what does it take to find a lost love?’ a) money, b) luck, c) smarts, d) ‘it's your destiny’. iyi seyirler.