Wednesday, February 24, 2016

sacrifice*

sana bugün bir abajur aldım: 
bir şeyin ucunda durur ya yeşil chevrolet 
kapıları açık, baltimor plakalı, usta işi 
teybinde elton john’dan sacrifice 
biz sahile doğru yürümüşüz 
ayakizlerimizde ölüp erimiş peri pelerinleri 
periler birbirine düşman, pelerinler birbirine küs 

sana bugün bir mektup yazdım: 
en çok 
en çok güllerden sözettim 
saydam, renksiz, özgür güllerden 
bir gül olmak korkusundan 
nedenini hatırlamıyorum ama ağladım 
sağda solda yakılıp unutulmuş sönmüş sigaralar 
'canım..' diye başlanılıp 
yarım bırakılmış bir sürü kâğıt parçası 
ruh parçası 
aşk parçası 
buğu parçası 
haz parçası 
paramparça içime paramparça bir kış gelmiş 
biliyor musun ben daima 
kışları saklanırım kan 
kan ödüldür açıkçası 
sana bugün bir kurban kestim 
hâlâ ağrıyor ve akıyor bileklerim 
gelip geçici bir seyahat 
üzerinde konuşulmamış bir sevgi 
karşılıklı hoyrat kullanılmış bedenler 
aynı dalda karşılaşan iki çocuksincap 
dal, ağacına düşman, sincaplar birbirine küs 
dudaklarda müstehzi bir hal 
yani bir yere vurup kaybolan far ışığı gibi 
bir an aklıma vurup kaybolan o fevkalade hayal 
vurup kaybolan ruh ve aşk parçaları 
beyaz ve terli alnımda belirip dolaşan 
delikanlı tanrının eli 
usulca düzeltirken kâkülümü 
otuz yıllık ömrümde ilk kez düşledim ölümü 
bugün sana abajur aldım, bir mektup yazdım 
sana, diyorum, bugün bir abajur ve mektup 
ben bugün sana öldüm başkasına değil 
hani o chevrolet yeşil, kapıları açık 
teybinde elton john’dan sacrifice 
avcumda pembe, ziftli bir alyans 
vurup kaybolan buğu ve haz parçaları, 
biriktirdiğimiz 
zamanla biriktirenle biriktirilenin 
birbirine karıştığı 
ben de bir eşya mıyım diye düşündüğü 
üzüldüğü şey 
bir tüy gibi yanınıza gelip 
bir tüy gibi dokunup ürpertip 
sonra 
sonra geri çekildiği… sacrifice… 

koskoca bir aralık ayını müzikle geçirmiştik 
sokaklarda elimizde şarap şişeleri 
adlarımızın yan yana olduğu 
kalpler kazımıştık ağaçlara 
modern çağın gereklerine inat, 
biz romantiktik biz birbirimizi seviyorduk 
biz ayrılmayacaktık biz arabesktik biz.. 
bugün bir abajur aldım sana 
eve geldim 
yatağın hep sol tarafında yatardın 
sol taraftaki başucu sehpasına yerleştirdim onu 
bir ampul taktım sarı soft hep istediğin gibi 
ışığında bir mektup yazdım sana 
teypte elton john’dan sacrifice 
beni terk ettiğini bildirdiğin o telefon konuşması 
gözlerinin gencecik mavisi 
birden başlayan, o, telaşla, bütün gece yağan 
yağmur geldi hatırıma 
nedenini hatırlamıyorum ama ağladım 
yüzüme kapanan ellerin 
yüzümü yeryüzüne karşı perdeleyen ellerin 
o okyanus ellerin geldi hatırıma 
kaset sustu kapandı yeşil chevrolet’nin kapıları 
tuvalette sarıldım jilete hasretle öptüm 
ampul patladı bir anda alev aldı abajur 
kan ödüldür 
kanımı bu gece dışarı gezmeye çıkarttım 
tenler birbirine düşman, âşıklar birbirine küs 
nedenini hatırlamıyorum ama utandım 
utandım

* periler ölürken özür diler @ küçük iskender

Monday, October 7, 2013

i want people to be afraid of how much they love me

the office'in bir bölümünde* ezik yönetici michael scott'a çalışanlarının kendisinden korkmasını mı yoksa sevmesini mi tercih ettiği sorulunca "çok basit. her ikisi de. bana olan sevgilerinden korkmalarını isterim** diyen michael bir bakıma kişisel yöneticilik deneyimindeki nirvana'yı işaret ediyor. michael'in bu politik yaklaşımını ciddiye almamayı tercih edip kişisel sınırlarımızı korumaya dönük en doğru yaklaşım ise profesyonel iş hayatına gerçek bir profesyonel gibi sevgi, saygı, korku gibi şahsi duyguları hiç karıştırmamak olur. aslında tüm bunların üstesinden gelebilecek son bir yaklaşım daha olabilirdi; kurumsal iş hayatına, title'lara ve hiyerarşilere bulaşmayıp plaza duvarlarına hapsolmadan semt pazarından bir limon tezgahlık yer kapmak. narenciye üzerinden hayata rest çekmek yasaklanmasaydı elbette.

















* s2e6; the fight - the office
** "would i rather be feared or loved? easy. both. i want people to be afraid of how much they love me." 

Saturday, October 20, 2012

the king of -dark- comedy



tek isteği jerry langford'un (jerry lewis) şov programına çıkıp kendi şovunu yapmak, böylece tüm amerika'yı bu yeni komedi kralı ile, rupert pupkin ile tanıştırmak olan pupkin tahmin edilebileceği üzere gerçek hayatta bir kaybeden, kendi dünyasında ise komedinin yeni kral adayıdır. hayranı olduğu, dönemin şov dünyasının gerçek kralı jerry langford ile tesadüfen konuşma olanağı bulsa da kendini bir türlü ifade edemez, olaylar gelişir ve sonunda pupkin'i yine kendisi gibi saplantılı eski sevgilisi ve arkadaşı masha (sandra bernhard)'nın suç ortaklığıyla işlerin kontrolden çıkması ve komedinin kara mizaha, sonrasında (sadece pupkin için) mutlu sona dönüşmesine tanık oluruz.



"yarın şaka yapmadığımı anlayacak ve deli olduğumu düşüneceksiniz. ama bu işin böyle yapılacağını anladım. bir geceliğine kral olmak ömür boyu budala olmaktan iyidir" diyen pupkin bizi bedelini ödediği sürece istediği her şeye sahip olabileceğine ikna ediyor. ve her şey bittiğinde pupkin'in elde ettiği şöhret andy warhol'un öngördüğü 15 dakikadan daha uzun sürüyor; milyon dolarlık kitap anlaşması ve kendine ait bir şov; the rupert pupkin show.

rupert pupkin'in orta yaşlarda ailesiyle yaşayan başarısız bir komedyen, nihayetinde tüm belirtilere sahip klasik bir loser olmasına rağmen kafasında yarattığı gerçeklikle taxi driver'ın travis pickle'inı anımsatması anlaşılabilir, de niro - scorsese işbirliğinin meraklılarına taxi driver'ın başladığı yerden başladığını düşündürmesi de mümkündür fakat kendi içinde yaşayan pupkin'in travis'e kıyasla dışındaki dünyanın boka batmış olmasıyla ilgilenmemesi, aksine bunun bir parçası olmak istemesi noktasında artık hem the king of comedy ile taxi driver'ın hem de rupert pupkin ile  travis pickle'ın yolları ayrılıyor. her ne kadar pupkin ve travis için farklı dünyaların insanları desek de, pupkin'in evinde kurduğu sette karton karakterler ile prova yapması, amerika'yı pisliklerden temizlemek için aldığı silahlarıyla evinde, boy aynasında kendi kendine konuşarak prova yapan saplantılı travis'i düşündürüyor.

the king of comedy, bir yandan şov dünyasının parmakla gösterilen adamlarının dışarıya görünen tüm ihtişamına karşın mutsuz ve donuk bir hayatlarının olabileceğini gösteren traji-komik jerry lewis karakteri ile amerikan medya eleştirisi rolüne de soyunurken, diğer yandan jerry longfod'a olan aşkını saplantılı bir şekilde gösteren masha'ya "aileme bile onları sevdiğimi söylemedim hiç. çünkü onlar da beni sevdiklerini söylemediler." dedirterek karakterin saplantılı davranışlarının kökenine inerek eli değmişken toplum eleştirisi de yapıyor.

scorsese'nin muhsin bey'i, sinemanın kayıp gezegenlerinden, the king of comedy.

Saturday, August 11, 2012

citizen kane'in hayaleti ve cosmopolis


genç milyoner eric packer'da, parayla satın alınabilecek her şeyi elde etmiş (ve edebilecek) mutsuz zenginlere dair her şey var; aşksız ve tatminsiz bir evlilik, gerçek dünyadan izole steril bir hayat ve soğuk, duygusuz ilişkiler. eric packer gibi zengin ama mutsuzların hayatının bir döneminde yapmaktan kaçamadığı gibi kendini ve bulunduğu yeri sorgulama ve kaçış arayışı noktasında hikayeye ve beyaz limoya biz de dahil oluyoruz.

film şehrin öteki yakasında sonlanacak kadar kısa olsa da, manhattan'dan eric'in çocukluğuna, bir önceki hayatına ve matrix'in dışına dair anımsadığı tek imgeye, berberine doğru devam eden bir yol, bir kaçış hikayesi. dış dünyadan - neredeyse- soyutlanmış  steril hayatını (neredeyse çünkü limuzin mantolanmasına rağmen dışarının sesini kesmek konusunda o kadar da iyi değil) temsil eden beyaz limoyla, çocukluğuna ve bir önceki hayatına doğru çıktığı yolculuğu temsil eden berberine ulaşmaya çalışırken eric'i ve dünyasındaki bireyleri teker teker tanımaya başlıyoruz //buraya spoiler gelmeyecek//.

citizen kane'de, kane'in karısı kane'e bir sahnede "bana bir bilezik vermekle, yüzüne bile bakmayacağın bir heykele 100 bin dolar vermek arasında ne fark var? hepsi paranın marifeti. hiçbir anlamı yok. bana hiçbir zaman hiçbirşeyi içinden gelerek vermedin, yürekten gelen hiçbirşeyi" der. kane'in çocukluğuna dönme arzusu (rosebud) ve karısı tarafından sevilme ihtiyacından yaklaşık 70 yil sonra bir başka milyoner, eric packer'in dramı 'zengin ve mutsuz erkek' hikayelerinin ne denli benzer olduğunu gösteriyor.

somali asıllı kanadalı muzisyen k'naan'ın canlandırdığı rap şarkıcısı brother fez hem tek başına ilgi çekici bir karakter, hem de hikayenin olağan akışında, yaşam tarzı ve ölümüyle eric'in dört bir yanı maddiyatla çerçevelenmiş dünyasında anlam taşıyan bir figür olarak sığınabildiği nadir limanlardan. sözlerini k'naan'in, uyarlanan kitabın yazarı don delillo ile birlikte yazdıkları filmin muziklerinden, mecca;



ve soundtrack;

01 White Limos
02 Long to Live
03 Rat Men
04 Asymmetrical
05 I Don't Want to Wake Up
06 A Credible Threat
07 Call Me Home
08 Haircut
09 Mecca
10 The Gun
11 Benno

Wednesday, February 29, 2012

kendiliğindenliğinleştirebilemediklerimizdenmisiniz

kendiliğindenliği öyle bir kelimedir ki manasından ziyade telaffuzundan yana sevilir. kendiliğindenliği öyle bir kelimedir ki gidersin, gidersin bitmez. bugun 29 şubat 2012, kendiliğindenliği iyi günler diler. kendiliğinden, kendiliğindenliği, kendiliğindenliğinden.

kendiliğindenliğinleştirebilemediklerimizdenmisiniz?











Ş İ Y İ R
"kendiliğindenliği manasından ziyade telaffuzundan yana seviyor,
kendiliğindenliği' ne güzel lan git git bitmiyor."



* wheat field under threatening skies, van gogh

Wednesday, February 15, 2012

beach_house_VID 00002-20110717-2209.3GP





















1. "zebra"   4:48
sanki çok gürültülü bir partiye çağrılmışsın da sıkılıp kendini kuytudaki odalardan birine kapatmışsın ('mamafih' gürültünün duvarlarda ve kulağında çınlamasından kaçamıyorsun).

2. "silver soul"   4:58
üşüyorum kadın!

3. "norway"   3:54
aylar önce akıllı telefonlardan biriyle çekilip bilgisayara gelişigüzel atılmış bir dosya. tek başına dosyanın ismi bile heyecanlandırıyor; beach_house_VID 00002-20110717-2209.3GP. içerik tatmin edici değil -yer yer kesilen, incelen boğulan sesler- ama kanıma giriyor, tamam bu gece, teen dream (18+)

4. "walk in the park"   5:22
-buraya yeşilli, ağaçlı bişey gelecek-

5. "used to be"   3:58
giymek için dolaptan çıkarıp askılığın üzerinde unuttuğum kazak oradan öylece bakıp göz kırpıyor, neden üşüdüğümü anlayıp gülüyoruz (artık üşümüyorum).

6. "lover of mine"   5:06
hiçbir şey için benim, benimdir deme, benim şarkım diyor musun? (bizim şarkımız)

7. "better times"   4:23
anti-sosyal network çok güzel, gelsene (eski güzel günlerdeki gibi). böylece adım james olsa şöyle derdim; i had better.

8. "10 mile stereo"   5:03
aklımdakileri kağıda dökerdim de, tuşlara layıkıyla dökemiyorum (şimdi burada klavye yerine kağıt olsa dökerdim de, döşerdim de).

9. "real love"   5:20
döşüme gel.

10. "take care"   5:48
kraliçe üçüncü victoria'nın bu dünyaya ait olmayan sesi ve aylar öncesinin hayal meyal hatıraları sarmışken dört bir yanımı, baktığım her yerd... take care.


Tuesday, November 1, 2011

011111


Monday, October 31, 2011

being esnaf malkovich

















sıcak yaz sabahlarında dükkanın önünü sulamak demektir ESNAF OLMAK veresiye defteri tutmaktır iki çay biri açık yeğene oralet bir buçuk acılı adana yanında ayrandır buyurmaz mısın abla BAKIN BAYAN BU ORNİTORENK SİZİ AÇTI bozuk yoksa sonra verirsin kardeşim istemediğin müşteriyi kapıdan geri çevirmek karşılıksız çek vermek cumaya gitmek geri gelmemektir. hayırlı işler abim, güzel abicim.

Monday, March 21, 2011

geniş zamanlar



sabahları sıcak çorba bulunur. köprü ve viyadükler yoldan önce buzlanır. kuşlar öter. günün anlam ve önemine binaen konuşulur. her nevi alçı, boya, kartonpiyer işleri itina ile yapılır. sadece güçlüler ve hakiki sarışınlar hayatta kalır. su yüz santigrat derecede kaynar. DİKKAT KÖPEK VAR! şehrin muhtelif yerlerinde aniden yangınlar başlar. nurses look after patients in hospitals. rice doesn’t grow in cold climates. eğer hoparlörler dogru mesafede olursa bu şarkı harika olur* bu pilav daha çok su kaldırır.




"eğer hoparlörler doğru mesafede olursa bu şarkı harika olur", kolaysa anlat, kolpa

Friday, February 4, 2011

kevıns - kevınlar (2010)



gerçek hayatlarında da dost olan kevın'lardan kevın spacey'in kevın costner'ı, kevın costner'ın kevın cline'ı, kevın kline'ın ise kevın spacey'yi canlandırmaları seyircilerin film boyunca kendi aralarında konuşmaları ve homurdanmalarına yol açıyor. eleştirmenler bu açıdan filmi oldukça karmaşık(complicated) buluyorlar.















herkesin birer abigail, helen, frankie, johnny ve tom olduğu bir yerde onlar kevın olmak zorundaydılar ve kevın olmak hiç bu kadar zor olmamıştı. fakat eninde sonunda kevın olmakla yüzleşeceklerdi.

filmin sürpriz finaliyse hayatın kevınlar için bir level daha zor olduğuna şartlananlara adeta bir ders verir niteliğinde. film, kevınların güneş doğmadan önce balığa gitmeleriyle bitiyor.



Wednesday, January 5, 2011

something about tuğçe


picassonun bleeding woman tablosunun önündeydiler ve  işyerinden arkadaşı melis'e dönüp aynen öyle demişti; "çok başarılı".














melis'in kafasını aşağı yukarı -emme basma tulumba gibi- sallayıp hım hım diyerek onayladığını görünce de tekrar tabloya dönmüş ve yeni keşfini bir süre daha hayranlıkla incelemeye devam etmişti. melis, tuğçe'nin facebook üzerinden gönderdiği "picasso istanbul'da" event'ını gördüğünde çok heyecanlanmış, hemen o an -programının uygun olup olmadığını bile kontrol etmeden- butona tıklamıştı; "attending".

tuğçe aynı hafta içerisinde öğle arası gittiği numnum'da yediği wrap, bir akşam iş çıkışı uğradığı mango'nun vitrininde gördüğü siyah çanta ve haftasonu spordan sonra en yakın arkadaşı cansu ile gittiği accesories'ta deneyip beğenip ama -nedense- satın almadığı bir çift küpe için de aynı iki kelimeyi kullanacaktı; "çok başarılı".

tuğçe. 24 yaşında, oğlak burcu kadını. bir senedir maslak'taki bir reklam ajansında jr. art director olarak çalışıyor. önümüzdeki hafta al jamal'da sevgilisi berkecan ile birlikteliklerinin altıncı ayını kutlayacaklar.

sizlere bunları neden anlattığımı bilmiyorum. dinlediğiniz için teşekkür eder;m.

Sunday, July 25, 2010

gülüşün ve unutuşun

eski anıları hatırlamakta zorlandığında -ya da hatırlamak için artık yeteri kadar anı olmadığını anladığında- yerine yenilerini koymaya başlarsın;

çoğunlukla içten gelen bir dürtüyle, gayri ihtiyari {zamana bırakmak ya da darwin'in doğal seleksiyon teorisi; yaşadıkları ortama en iyi uyum sağlayan organizmalar hayatta kalır}.
nadiren de isteyerek ve bilerek {uzmanlar için, evde tek başınıza denemeyiniz}.

kimileri buna unutmak diyor, kimi devam etmek, kimi yaşlanmak.

Monday, June 7, 2010

ana fil houb lili boniche ya da en arabesque cover



digiturk'un tematik radyo kanallarından birinde chill out chill out çalıyordu ilk kez duyduğumda. ertesi gün tesadüfi bir zamanlamayla tekrar duyunca çizgi filmlerden de hatırlayabileceğiniz kulakların yukarı dikilerek duyduğu sese dikkat kesilmesi efektini birebir yaşamıştım. melodisi bir yerlerden tanıdık gelen bu arabesk şarkının daha çok son zamanlarda müzik eleştirmenlerimizin fransa'nın ibrahim tatlıses'i mi ricky martin'i mi olduğu konusunda görüş birliğine varamadıkları dany brillant ile tanınan historie d'un amour uyarlaması olduğunu anlamak ve tekrar tekrar dinlemek için şiddetli bir istek duymak ve "historie d'un amour arabic cover" anahtar cümleciğiyle googling yapmak için de üçüncü kez denk gelmesi gerekmişti; did you mean: "lili boniche, ana fil houb". claude challe'ın flying carpet toplama albümünde de yer alan şarkıyı üçüncü dinlemeden sonra kendinizi sıcak bir öğleden sonra cezayir'in sonu denize çıkacak sokaklarından birinde bulmanız muhtemeldir, söylemedi demeyin. 

french kiss hariç eiffel kulesi, fransız milli futbol takımı, nicholas sarkozy dahil fransız olan pek çok şeye fransız kaldığımızdan dany brillant'ı da sevememiştik, haliyle olabilecek en objektif değerlendirmeyle historie d'un amour'un endülüs&arap - lili boniche versiyonu da orjinalinden çok çok iyi, yeminle. zaten bildiğimiz pek çok uyarlamanın orjinalini boynuz kulak geçmesine kulaklarımızla tanık olmasak; jeff buckley ve/veya rufus wainwright'ın hallelujah, müslüm gürses'in tutamıyorum zamanı, mor ve ötesi'nin yaz yaz yaz, serdar ortaç'ın billie jean'i -tamam, tamam bu şakaydı-.

lili boniche yukarıdan bir yerlerden bakıp alınganlık etmesin diye yine başka dillerdeki başka şarkıların uyarlaması olan iki performansını daha; bambino ve ana el warka'yı da sunuyoruz. yanında da arabesque ve orjinalinden iyi cover'lar demişken, bonus; tutamıyorum zamanı, müslüm gürses.



Tuesday, February 16, 2010

c’est pas moi, je le jure


hikaye on yaşındaki léon'un kendini -başarısızlıkla sonuçlanacak- ağaca asma girişimiyle başlayınca eyvah diyoruz. yine o hiperaktif çocuklardan birinin hikayesine katlanmak zorunda kalacağız. sonra hikayeye diğer yan karakterler; léon'un ağabeyi jerome ve anne ve babası eklenince küçük léon'a haksızlık ettiğimizi anlıyoruz. birbirleriyle sürekli çatışan ebeveynlere karşı kendini ifade etmenin tek yolu henüz on yaşındaki bir çocuk için kendi çapında şiddet eğilimleri, yoldan çıkma girişimleri değil midir?  

film boyunca léon'un haşarılıklarıyla paralel giden, özellikle sonlara doğru etkisini artıran kendi çapında bir aşk hikayesi de bizlere eşlik ediyor. léon ile léa arasındaki o saf, masum, çocuksu aşk bitip de geriye başka bir şey kalmadığında kahramanımız léon, itiraf etmek gerekir ki boyundan büyük bir laf ediyor ama o laflar on yaşındaki bir çocuğun ağzından çıkıyor olsalar bile etkisini, gerçekliğini ve inandırıcılığını yitirmiyor;

"yeniden başlamak, legodan bir ev yapmaya benzer. yenisine başlamak için, öncekini parçalamanız gerekir. ondan sonra, her şey mümkün."

quebec'li çakma fransızlar -alınmayacaklarını umuyorum- kapanışı sigur ros'un olsen olsen'iyle yapıp bizi hem şaşırtıyor hem de zayıf karnımızdan vuruyor. biz de henüz dinlemeyenler sigur ros'a daha fazla fransız kalmasın, dünya icelandic olsun diye benzer şekilde kapatıyoruz;

olsen olsen, sigur ros

Saturday, February 6, 2010

başka dilde aşk


türk sinemasına yönetmen, senarist yetiştiren sinema okullarında şöyle iki kural öğretiliyor olmalı; esas oğlan -sağır bile olsa- evinde pikap ve plak bulundurmalı ve iki sevgili arasında geçenleri anlatıyorsanız, ilerleyen sahnelerde esas kadın mutlaka esas oğlanın çocukluğunu geçirdiği eve gidip fotoğraf albümüne bakmalı. yoksa bu bir aşk filmi sayılmaz, öyle değil mi çağan? önce ıssız adam ve şimdi başka dilde aşk filmlerindeki bu ortak noktalar plak + fotoğraf albümü fetişinin bir süre daha devam edeceğini düşündürüyor, korkuyorum anne.

filmin sonlarına doğru seyrek de olsa beliren melodrama kaçma çabalarını sönük bir girişim olarak kaldığı için görmezden gelebiliriz  ama karakterlerin yeteri kadar derinlikli çözümlenememiş olması özellikle zeynep için ciddi bir inandırıcılık sorununa yol açıyor. en azından tanıdığım kadınların büyük çoğunluğu barda az önce tanıdığı bir adamın pantolonuna 'hemen' girmiyor. nitekim pera sinemasının küçücük salonunda önlerde oturan bir kadından malum sahnede şöyle bir mırıldanma duyduk; "aaaaaaa, kadına bak". yönetmenin film boyunca zeynep'in babasıyla olan sorununu altını çizerek belirtmeye çalışması, zeynep karakterinin inandırıcılığına freudyen bir kılıf bulma çabalarıysa -eğer-, doğrusu bu çok ucuz bir numara ve yapılan da bayağı belden aşağı vurmak.

zeynep'in gereksiz ve yersiz kıskançlık gösterileri, onur'un kütüphanede yoğun bir şekilde çalışmasına rağmen zaman bulup kürek sporuyla uğraşması, gösteri ve yürüyüş kanunlarını haklı çıkartırcasına inandırıcılıktan uzak protesto ve devamındaki komik karakol sahnesi. ya da biz kısaca hikayede ve kurgudaki bütünsellik sorunu ve sanki birbirleriyle alakasız hatırı sayılır kısa filmlerden tek bir film çıkarma çabaları diyelim.

çağrı merkezi çalışanlarının her birini iş çıkışı 4X4'lerine bindirmediği, evlerine servisle yolladığı için yönetmen bir alkışı hakediyor. keza onur kütüphanede çalıştığı için kira, elektrik, su faturasını denkleştirmekte zorlanıyor, zeynep geçinmek için bir ev arkadaşına ihtiyaç duyuyor vs. vs.

eh, bu kadar kusurun dışında, samimi, sıcak bir film başka dilde aşk. sağır ve dilsiz bir erkekle güzel bir kadın arasındaki aşka yabancı olduğumuz bir dilde tanık olmak, çoğumuz için yeni bir deneyim ve her şeye rağmen bu deneyimden yeni bir şeyler öğreniyoruz.


Thursday, January 28, 2010

visual foxpro


bazı duygular ölmüş akrabalar gibidir, giderler ve geri gelmezler.


fotoğraftaki tilki bile bunun farkında -o yüzden sanıldığı gibi hayatı bir kürkçü dükkanında sonlanmayacak- fakat ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında.

Tuesday, June 30, 2009

17.vi.2009 - half part two

-previously on mecidiyeköy-

“15.vi.2005, iş çıkışı - çantamda cüzdanımı ararken asansör durdu, kapı açıldı. zemine geldiğimizi sanıp çıkmaya hazırlanırken beyazlar giyinmiş hoş bir kız da içeri girmeye çalışıyordu bir yandan da "gerçi burası 1. kat ama" diyerek. "hadi yaa" dedim, geri çekilerek. karşılıklı gülüştük, "yerçekiminden anlamalıydım" demedim ukalalık olmasın diye. deseydim iyi olurdu, böylece esprili ve zeki biri olduğumu sanabilirdi. yaka kartına baktım 'gıda mühendisiymiş'. ismini aklımda tutmaya çalıştım. asansör zeminde durup kapısı açıldığında bana yol gösterdi gözleriyle 'çıkın' diye, ben de kibarlık yapıp 'önce siz buyurun lütfen' dedim, eksilerde inecekmiş 'yok ben daha ineceğim' dedi. gülüştük tekrar, ben çıktım öküz gibi bir şey demeden, arkamdan 'iyi günler' diye seslendi, ben de 'iyi günler' dedim her zamankinden yüksek bir ses tonuyla. ismini hatırlayamıyorum şimdi, iyice bakamamışım demek ki...

...cafe'nin girişinde genç bir çift birazdan vedalaşacakmış gibi sarılıp öpüşmeye başladı durup durup konuşarak. bu kalabalık yalnızlıkta yapılacak iş miydi şimdi bu? canım sıkıldı, başka yöne çevirdim kafamı, mini etek giymiş genç bir kızın bacaklarına takıldı gözüm. sol dizinin üzerinden kalçasına doğru çorabı kaçmıştı. bir ara karşıya geçecek gibi oldu, sonra vazgeçti, benim oturduğum cafenin kapısından içeri girdi. görüş alanıma girse yanına gidip estetik zevkimi bozmaya hakkı olmadığını, evden çıkarken çorabına dikkat etmesi gerektiğini, kaçan çoraplar için ruj, sakız kullanabileceğini ve daha pek çok şeyi söyleyecektim...

...cumartesileri çalışmıyorum dedi yanımdaki masada oturan kız yanındaki çocuğa... çocuk kızın elini avuçlarına alıp küçük bir öpücük kondurdu... kör bir adam elinde değneği ilerlemeye çalışıyor... görüntüyü dondurup kelleleri saymaya kalkarsam beş bin'i bulurum herhalde. en kötü ihtimalle iki bin'e kadar duraksamadan sayarım. bir kaçının düşüncelerini okumaya çalıştım: ne yemek yapsam? trafiğin amına koyim, şefin götüne. denilson fener'e gelir mi? bankadan para çeksem mi? şuraya otursam yarım saat. muhasebedeki kız motor herhalde, götürmek gerek. tiyatro'ya gitmeli. saç diplerim gelmiş. ayakkabıları boyatayım yarın... güneş batmak üzere, yanımdaki çiftin ayrılmasıyla birlikte romantizm'de cafe'yi terk etti, yerlerine iri kıyım üç herif geldi. ben de gitmeliyim artık”


beş yıl geçti aradan. o günkü hikayemizin kahramanlarına neler olmuş, bakalım;

beyazlar giyinmiş hoş kız sekiz ay sonra içerenköy'deki başka bir tablot şirketinde çalışmaya başladı, bir buçuk sene sonra doktor takviyesiyle gitmeye başladığı yüzme havuzunda kurbağalama yaparken biriyle tanıştı, çocukluğunda favori kahramanı kurbağacıktan prens olan kişi olduğu için arkadaşlıkları kısa sürede -şimdi adını anmak istemediğim- başka bir şeye dönüştü, evlendiler -they get married-, her akşam sevişiyorlar, seks yapıyorlar falan. tabi haliyle hemen fırlama bir çocukları oldu -they have a kid-, ikincisini de önümüzdeki nisan ayında bekliyorlar. kız olursa ismini nisan koyacaklar -april-. mış. cafenin girişindeki genç çift o günkü buluşmadan üç ay sonra artık görüşmemeye karar verdiler. daha doğrusu önce kız sudan bir bahaneyle çocuğun telefonlarına çıkmamaya başladı, kem küm etti, ıkındı, off ya yaptı, meşgule aldı falan. kızın inadı kırılınca da bu kez beyimiz inat etti. "sktir et lan rospuyu arramıyom tarragona" dedi sağda solda arkasından konuştu hatta, bakkala bile söyledi bakkalı niye karıştırıyorsa. zaten çocuk kızı kocaman memeleri yüzünden... neyse bunu bilmeseniz de olur. tüm bunların üstüne bir de çocuğun çalıştığı şubeden başka bir yere ataması çıkınca, öylece bitti. çocuk bugünlerde hala sap, kız ise baba tarafından uzak akrabası -distant relative- biriyle evlendirildi geçen yaz, ilk başlardaki mutsuzluğu şimdilerde alışkanlığa dönüşmek üzere. çorabı kaçan mini etekli kadından, o sonbahar o zamanki işine göre pek de iyi olmayan şartlarda ingiltere'den gelen iş teklifini kabul edip gittiğinden beri haber alamıyoruz. merak da ediyor değiliz hani, çok da skin, majesteleri düşünsün, artık olur olmadık kaçan çoraplarından kraliçe ikinci elizabeth ve prens albert sorumlu. denilson. denilson de oliviera araujo. adam fener'e gelmedi, bordo'ya gitti hayatının en büyük yanlışını yaptı bordo'da 31 maçta 3 gol attı. 31 maçta 3 gol atılır mı oğlum sen futbolcu adamsın. neyse sonra muhtelif kulüplerde futbolcu, muhasebe sorumlusu hatta kat otoparkı bekçisi dahil çeşitli pozisyonlarda çalıştı. denilson evli ve biraz çocukları vardır. denilson, ingilizce(orta) ve brezilyaca biliyor. muhasebedeki motor. motor değilmiş -karbüratörmüş haha espricik-, zaten onu içinden düşünen çocuk da sonradan "abi günahını almışız, biraz hafifmeşrep ama kızcağız senden benden namuslu" dedi. ne yalan söyleyeyim ben de bir an götüreyim diye düşünmedim değil, gerçi benim de kabahatim değil, libido diye bir şey var, doktorlar da hep söylüyor, haydar dümen de yazılarında bahsediyor, yeri geliyor düz duvara tırmandırıyor neyse iri kıyım üç heriften uzun süre haber alınamadıktan sonra ta ki bir iki yıl önce bir pazar sabahı kadıköy starbucks'ta romeo kılığında görüldüler. halisünasyon oldukları sanılıyor.

devam edecek...

Monday, June 29, 2009

17.VI.2009 – part two

22:27 [mecidiyeköy bambi cafe] içeri girip görür görmez rahat edemeyeceğimi bildiğim herhangi bir masaya kuruluyorum. rahat edeceğimi bildiğim pencere kenarındakiler kapılmış çünkü. otobüste, uçakta, cafede, iskelede, vapurda pencere kenarı. –caddenin öbür tarafına kadar bile olsa- uzaklara bakma isteği. uzaklara neden bakarız, neden bakmalıyız artık biliyoruz.

/garson geliyor; afedersiniz beyefendi ama uzaklara bakma kalmamış, size şunlardan, bunlardan ve onlardan verebiliriz -bu durumda en son istiklal şubesindekini andıran bir dürümle yetinmek zorundayız-. peki madem, kaşarlı olsun, bir de limonata. garson gidiyor/

bir süre için kafamı yukarı kaldırıp tavana bakıyorum, ilginç birşeyler görmeyi umarak, bildiğin tavan lan, hiç ilginç değil, kafamı indirip uzak olmasa da bakacak başka hedeflere yöneliyorum. sağ çaprazımdaki masada yirmidörtlerinde hoş bir kadın oturuyor, kadına bakıyorum. tek başına. mutlu gibi görünüyor, ne de olsa pencere kenarına kurulmuş. uzaklara baktığı söylenemez, aslında gayet de yakına bakıyor, önündeki kağıtan bir şeyler okuyor, notlar alıyor, rakamlar falan. bir an kafasını kaldırıyor, yüzyüze geliyoruz. bu kez başımı çevirmiyorum, belli ki bela arıyorum -gerginim zaten-, biraz daha bakıyor, biraz daha bakıyorum, bakıyor, bakıyorum, bakıyor, bakıyorum. sonra ikimiz birden bu it dalaşını anlamsız buluyoruz, gözüm karşıdaki ekranda oynayan kurtlar vadisine kayıyor, kadın –the women mention about- önündeki notlara geri dönüyor.

-by the way- kaşarlı dürüm ve limonata gelmiş, yumuluyorum, yudumluyorum. istiklal’deki kadar olmasa da tadı, fena değil, artık sağa sola bakan hayvanlar gibi değil, yemekle terbiye olan hayvanlar gibiyim ##special effects: ham # hum # şapur # şupur## yemeğimi bitirmek üzereyken, o da ne, o da nesi sayın seyirciler; yirmi dörtlerindeki hanım kızımızın karşısına aynı yaşlarda kirli sakallı bir erkek -sen de falancan, ben diyeyim filancan- kuruluyor; canım, cicim, ah, youngstown, oh. görünüşe göre birilerinin menüsünde birileri var haha -yazardan, artık alışık olduğumuz alaylı gülümsemesi-.

önüme dönüp yemeğimin son kalıntılarını süpürürken, yamyam çiftimiz de kalkmaya niyetleniyor, -tırnak içinde- maceranın başında hoş olduğu sanılan kadına bakıyorum kalkarlarken, gözüm önce platform topuklu ayakkabılarına takılıyor, sonra geniş basenlerine, sonra aşk tutamaçlarına, sonra şekilsiz küpelerine, sonra biçimsiz saçlarına, sonra orasına, sonra burasına, sonra gözlerimi her kapatıp açtığımda listeme yeni uzuvlar, yeni maddeler ekleniyor. artık gözüme o kadar da hoş görünmüyor, zaten az sooooora da, artık görünmüyorlar.

hesabı ödeyip bir süre daha oturup iki dükkan bitişikteki starbucks’a doğru yollanıyorum, hedefte bir miktar yalnızlığa meze yapılacak –muhtemelen güney amerika’nın bir ülkesinden- ucuz ve bol kepçe günün kahvesi var. az soooooora.

to be continued...

Sunday, June 28, 2009

17.VI.2009 – part one

21:49 [halaskargazi cadddesi üzerinde bir ofis] yorucu bir gün. aldığım parayı hakettim dediğim günlerden. böyle bir girişle başlayınca çok para alıyormuşum gibi. bol sıfırlı kontratlar falan. hayır efendim onbin lira maaş almıyorum, hatta yedibinbeşyüz lira bile almıyorum. bile deyince yedibinbeşyüz lira maaşı küçümsediğim düşünülebilir, düşünülmesin, zira günümüz şartlarında yedibinbeşyüz lira iyi para. sevdiceğinle izlanda’da bir ay tatil yapabilir, içinde pekin ördeğinden ren geyiğine onlarca hayvanat olan bir bahçesi kurabilir, iki tane şu pahalı ingiliz montlarından alabilirsin. neydi adı... hah burberry –börbıri diye okunur-. onlar halka –malolmuş- değil fil ve onların adı mont değil biliyorum. ördek’ten de hayvanat bahçesi mi olurmuş canım dediğinizi de duydum. en son ne zaman bir ördek görmüştünüz? efendim? onyedi yıl önce. evet, duymak istediğim buydu, bakın beyefendi qwerty sirkçilik olarak biz onyedi yıllık bir bekleyişi ayağınıza getiriyoruz zira buradan bakınca onyedi yıl daha beklermişsiniz gibime geliyor –alaylı bir gülümseme-.

zira kelimesini farkında olmadan çok kere kullandığımı farkettim, -yazarımız başını öne eğer- sanırım orta yaşlanıyorum –az önceki alaylı gülümseme yerini umutsuz bir surata bırakır-.

/orta yaşlandığını anlayan yazarımız ofisi kapatır, ortalama bir moral bozukluğuyla mecidiyeköy yönüne doğru akan insan kalabalığına karışır/

to be continued...

Sunday, April 26, 2009

excuse for bad grammar

karşı yönlerden gelirken birbiriyle hafifçe çarpışan iki otobüsün kendi şoförünün tarafını tutan yolcuları gibiyiz. bir an için göz göze geliyor, birbirimize hafif gerilim yüklü, kınayan bakışlar fırlatıyoruz.

oysa ikimizin de yanlış zamanda yanlış yerde bulunması dışında bir kabahati yoktu, değil mi?

aynı dili konuşmak ama doğru zamanı, doğru formları, doğru kelimeleri bulamamak, ne diyeceğini, ne yapacağını bilememek, çuvallamak.

Sunday, March 29, 2009

this is your captain speaking - vol.bir



kongo demokratik cumhuriyeti; adın kongo, demokratik cumhuriyet olsan ne yazar.

mahallenin muhtarları; açılan açılmayan sandıklar, resmi olmayan sonuçlara göre muhtar adaylarının yüzde seksendördü profilden artistik bir pozlarının olduğu el ilanlarında ‘mahallede değişim zamanı’ sloganını kullanmış; alt tarafı ikametgah ilmühaberi vereceksin, ne değişimi ne zamanı oğlm!

pastel tadında çocukluğun; burnunun dibine yapışan jöle kıvamındaki sümüğün yanına çocuk merakın ve cesaretini ekleyip yenilebilir pastel boyadan bir diş alman. ölmemen ya da zehirlenmemen ama tadının da bir boka benzememesi. böylece hayatın boyunca aldığın, alacağın en düşük riskin üstesinden gelmenin verdiği boş gururun yanına lüzumsuz bir şey becermenin anlamsızlığını eklemen, aferim aferin aferi. şimdi sana birbuçuk beden büyük gelen kazağının sağ kolunun tersine burnunu silebilirsin.

qwerty akıllı olsun; henüz yazı bitmeden gelen tepkiler üzerine yazarımız, kongo demokratik cumhuriyetiyle ilgili söylediklerinin yanlış anlaşıldığını, kongo halkına karşı tarihten gelen derin bir sempati beslediğini, kongo kızlarının afrika kıtasının bir numarası olduğunu, yemeklerden kongo bazlamayı, tatlılardan kongo şöbiyet sevdiğini, futbolda kongo demirspor’u desteklediğini, çocukkene kırım-kongo kanamasız sıtmaya yakalandığını ama ölmediğini beyan etmiştir –keşke ölseymiş-.

şebeklik, işgüzarlık; temel gıda maddeleri kategorisinde olmayan bir boyanın yenilebilir diye lanse edilmesi. ne istediniz lan çocukluğumuzdan.

kırmızı ayakkaplı kız; birine benzettiydim de baktıydım da ne güzel şeydiydin de, sen. öyle.

Monday, March 23, 2009

ben buradayım sevgili okur sen neredesin acaba?

atay'ın günlüklerini okurken farkettim ki adam ben sen o biz siz onlar gibi. çok yalnız bir kere, belki cansever’in bir şiirindeki gibi bir kişi bile değil yalnızlıktan. üstelik yaşadığı süre boyunca eserlerinin sadece ilk baskısının yapıldığını, edebiyat çevrelerinde pek tanınmadığını hesaba kattığımızda henüz sanatının meyvelerini toplayamamış, toplayıp yalnızlığına meze edememiş bir adam.

sonra sinemayla alakası, izlediği filmlerde gördüğü londra’yı, iki katlı kırmızı otobüslerini -muhtemelen sevin ile özdeşleştirip- özlemesi, duygulanması pek şaşırttı beni, açıkçası bu denli yalnız bir adam beklemiyordum. zaten sıkıntı çekmeyen, zora, karasevdaya düşmeyen insan evladının oturup kafasını iki elinin arasına alıp düşünmesi, yazması, türkü çığırması olacak şey değil. ne derler bilirsin, mutlu insanların anlatacak hikayesi yoktur.

neyse, üşenmedim kendi parmakcağızlarımla atay’ın ilk iki günlük günlük performansını tuşladım sevgili okur, no copy, no paste, no hope, no harm, just carpe diem. enjoy.



25 Nisan 1970 - selim gibi günlük tutmaya başlayalım bakalım. sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. bu defteri bugün satın aldım. artık sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. "kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu" dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. canım insanlar! sonunda, bana, bunu da yaptınız.

26 nisan 1970 - bugün, blake edwards'ın -başoyuncu peter sellers- ‘the party’ adlı filmini gördüm. iyi niyetli ve korkunç sakar bir adamın hikayesi. ilk defa bir komedinin beni bu kadar yorduğunu, bana acı geldiğini gördüm. böyle bir insan ne yapabilir? ya bütün hayatınca, kendinin ne olduğunu bildiği için hiç kıpırdamadan, tırnağını bile oynatmadan bir köşede oturur; ya da -peter sellers gibi- bir kere başlayınca tutamaz kendini artık. peki bu adam ne yapsın? benim yaptığım gibi, yıllarca yaşamasın mı? sonunda tabii, bir kız çıkıyor ve onun kalbini anlıyor. efendim? filmin bitişi böyle. benim hayatımın bir kısmı da böyle oldu. fakat filim gibi hayat bir yerde bitmiyor. filmin devamı, sevin'e anlattığım gibi oluyor. "suç ve ceza'da marmaledov*, sarhoşları heyecanlandıran bir cennet hikayesi anlatır ve sonunda hepsinin içeri alındığını, cennetin kapısında bekleyen marmeladov gibi serserilere de "gelin hergeleler siz de..." denir. sonra... sonra içeride hadise çıkarıyorlar, masaları devirip, aynaları kırıyorlar. cehaletten, görmemiş olmaktan tabi. tekrar dışarı atılıyorlar sonunda. sevin, "artık meseleni sanat haline getirdin" dedi. doğru ya, sanat eseri ile insan, yaşar mı bir insanla yaşadığı gibi. peter sellers'ı seyretselerdi, nasıl kendilerini tutamadıklarını anlarlardı. bir gülüş, bir tatlı söz onu baştan çıkarır; bir bakıma zararlıdır. o tatlı bakışın sahibi, sonra, içine düştüğü ümitsiz pişmanlıktan kurtaramaz onu. bu ağırlığı da kimse çekemez. sevin bile, 'ağırlık' kelimesini kullandığım zaman yadırgamadı. bilmedi ki ben her şeyi hem görüyor, hem de ümitsizce öyle olmadığının söylenmesini bekliyordum. şimdi yalnızlığımı ve çaresizliğimi daha iyi görüyorum. londra'ya gitmeden önce, bana dayanılmaz gelen acı ümitler içindeydim. bütün mesele bu imkansızlığı görmekse, ben onu hiç yaşamadan da biliyordum. bu imkansızlığın ötesine geçip, onu zorlamadan bir şeyler çıkarabilecek miyim? bilmiyorum. bunu, bana zaman gösterecek.

*marmaledov: dostoyevski'nin suç ve ceza'sında raskolnikov'un aşık olduğu sonya'nın alkolik babası.

Friday, March 13, 2009

about:blank

bitlenmek üzere olan kanepenin boşalttığı yeri yeni bir kanepeyle, kullanımını gereksiz bulduğun şifonyerinkini ikea’dan 10 taksite aldığın kitaplıkla doldurabiliyorsun, ne güzel. artık biraları soğutmadığı için kapının önüne koyduğun buzdolabının boşluğunu başka bir buzdolabıyla, calgon kullanmadığın için rezistansı kireçlenen makineninkini –çamaşır mı bulaşık mı yazar burada emin olamıyor- gıcır gıcır bir beyaz eşyayla doldurabilmen de mümkün.

-sonra devam ettim-

ama mümkün olsa da buradan, bu durduğun yerden bakınca pek de mümkün gibi görünmeyen şu ki atkuyruğu saçları, yüzünün üçte birini kaplayan güneş gözlükleriyle belki hayatının kenarından kıyısından üstelik teğet sayılabilecek bir eğimden geçmiş birinin boşluğunu kapatamaman”.


“hani teğet geçmiştin ulan”

hızımı alamadım; “bu boşluğu bir süredir başka bir -boşluk-la kapatmaya çalışıyor olman ve bunu çok zaman sonra fark etmiş olmana da yuh diyorum utanmaz herif” dedim allah yarattı demedim giriştim kafasını gözünü yardım elimden zor aldılar.

yüzde doksan dokuzu boşluk olan insanoğlunun ne denli nedenli, nedensiz, ansızın beliren ya da kronik boşluk hissiyle başa çıkması kolay iş değil nitekim. cosmos kimseyi boşlukla terbiye etmesin, amin.


Tuesday, March 10, 2009

factotum canım benim

en kötü zamanlarımda bile kelimelerin içimde kabardığını hissederdim. onları kağıda dökmem gerekirdi yoksa ölümden daha beter bir duygunun üstesinden gelmem gerekirdi*” derken küfürbaz kumarbaz kadınbaz alkolbaz bukowskiyle empatide tavan yapıyoruz.







içinde kabaran kelimeler bir de akacak mecra bulamayıp yine içinde oradan buraya doksandörtnala koşturan boşluk hissiyle çarpışıp kimyasal tepkimeye girdiğinde ortaya çıkan enerjiyle sen başa çıkmaya çalışırken







43) lise sondaki çocuklar çoktan seçmeli bir sınav sorusu olarak karşılıyor;







a) serbest düşen bir kütlenin potansiyel enerjisi azalırken, kinetik enerjisi artar



b) yemişim kinetik enerjiyi sana bişiy olmasın



c) akan sıvılar da qwerty yasasına uyarlar



ç) kaptan öldü ve fakat bu tayfaların çok da skinde değil



e) hepsi



f) hiçbiri



g) yarısı



ğ) diğer yarısı







* even at my lowest times i can feel the words bubbling inside of me. i had to get them down or be overcome by something worse than death. words, not as precious things but as necessary things. yet, when i begin to doubt my ability to work the word i simply read another writer and i know i have nothing to worry about.






Sunday, March 1, 2009

arabesqwerty

sonra bir sabah sahip olduğun tek şeyi yitirmiş bir şekilde uyanıyorsun. sağa bakıyorsun, sola bakıyorsun, aşağı, yukarı, diagonal bakıyorsun, eski dilde suya bakıyorsun, çekmecelere, buzdolabına, henüz kapı arkasında duran ceplerine, akrebin yelkovanın gösterdiği yerlere, yerlere, avuçlarına, ellerine, ellerinle yoklayarak omuzlarına bakıyorsun yok, yok anuna koyi[m.ö 2009]

yeni günün ilk ışıklarıyla çöpçüler bütün ihtimal kırıntılarını da süpürmüştür. artık bulutları bir şeylere benzetmek olmayacak. yayınlanacak kanun hükmünde kararname ile gıyabında sevmekten imtina edilecek, saçları üzerindeki tüm haklardan feragat edilecek ve nihayed.ülke sınırları dışına çıkılacaktır.

böylece yine yeni yeniden bir yerlerde babalar oniki yaşından küçük çocuklarına oralet söylerken kendileri babalar gibi birer demli çay içmeye, tezgahtar kız yan komşuya para bozdurmaya gitmeye, fasulyenin ve ıspanağın faydaları sayılmakla bitmemeye, hala radyodan maç dinlenilmeye, gazetelerde vefat ve teşekkür ilanları yayınlanmaya, umut fakirin ekmeği olmaya, kitap arasında karanfil kurutulmaya, belediye otobüslerinde arkalara doğru ilerleyelim beyler [m.s. 2009].


Tuesday, February 24, 2009

what does it take to find a lost love?



rupi milyoneri ile ilk kez karakoldaki işkence sahnesinde karşılaşıyoruz. karakolda ve yarışma sırasındaki geri dönüşler de bizi -film boyunca kullanılan metaforlardan biri olan- 'üç silahşörler; jamal, latika ve salim'in çocukluk ve ilk gençlikleri eşliğinde hindistan'ın gettolarına götürüyor.

kim milyoner olmak ister türünde bir yarışmaya böylesi bir hikaye giydirmek ciddi bir risk, bu riski üstelik deplasmanda, çok farklı bir toplumsal ve sinemasal kültürde üstlenmek ise büyük bir cesaret işiydi. trainspotting'in oscarlı yönetmeni danny boyle, neredeyse tamamı hindu oyunculardan kurulu slumdog millionaire'de hindu bir yönetmen kılığına girerek 'varım' dedi. karşılığını da golden globe, oscar ve bilumum ödüller ve salondan hoşnut ayrılan seyircilerle fazlasıyla almış görünüyor.

her şey olup bittikten sonraki bollywood usulü toplu dans gösterisi, o hep dalga geçilen hint sinemasının, şimdiye dek kendisine burun kıvıran genel geçer sinema anlayışına nanik yapması anlamına da gelebilir.

hindu yazar vikas swarup'un q and a isimli romanından uyarlanan slumdog millionaire, belki de o bilindik soruya da cevap veriyor; ‘what does it take to find a lost love?’ a) money, b) luck, c) smarts, d) ‘it's your destiny’. iyi seyirler.

Thursday, November 27, 2008

çağrışılacak çağrış

pek hatırlamıyorum şapkadan mı atmışikiden mi tavşan çıkarıyordun ama dağınık saçından sakalından utanan iki tarafında ikişerden dört yakası da en ayşeteyze en ütülü gömleğini en üst düğmesi düğülmemiş giyip en eni enine boyu boyuna uymayan etine dolgun memelerine yuvarlak kadınlarla kanepede yer yatağında orda burda çok ayıp lan çok ayıp şeyler yapıyordun. 18+

sonra böyle geniş geniş yayıldığın koltuğunda en pofuduk terliklerin ayağındayken kanal değiştiriyordun, arada bir duvardaki saate duvardaki pencereye bakıyordun, zemberekli saat kurar gibi bıyıklarını buruyordun ana haber bültenlerinde.

sonra ne mi oluyordu? televizyonu kumandadan uzaktan kapatıp uyuyordun. deliksiz.

Wednesday, July 23, 2008

ain't no cure



“maalesef modern tıbbın çaresiz kaldığı bir şakayla karşı karşıyayız” dedi doktor yeşilçam klişelerini anımsatan cümlesiyle ve ekledi;

“otuz buçuk, içinde yaşadığın kendine, evine, işyerine, patronuna, mahallene, muhtarına, köyüne, kasabana, şehrine, ülkene, geleneklerine, geçmişine, alışkanlıklarına, tuttuğun takıma, sevdiğine, sevildiğine, sahip olunduğunu ve olduğunu sandığın herşeyine, vesairine ait olmadığını anlamak için çok geç, çok şaka. keşke daha önce gelseydiniz veya otuz buçuk yıl önce hiç gelmeseydiniz yahut çok arabesk bir şarkıdaki serzeniş gibi keşke bir yalan olsaydınız. bu vakitten sonra geçmişinizi değiştiremiyor olmamız bir yana çok tatminkar görünmeyen geleceğiniz için de bir şey yapamıyoruz. mamafih dışarı çıkın ve sizin için yazılan hayatı yaşamaya devam edin. filhakika bunun dışında bir seçeneğiniz yok ve olacağına dair ümidiniz de olmasın”.

Sunday, June 29, 2008

yirmibişey

demlik demlik çay içmek mi sen mi diye soruyor. evet ben. yirmibişey olduğumuz bir zamanlar. romantik osuruktan asi gençlerken. nilüfer'den önce rafet el roman'dan sonra yorum söylüyor; adı yasak bir çiçektir dağlarda.

çaylar radyasyonsuz, hayalimizdeki kadınlar gibi ince belli, tavşan kanı, bir çekişte hüüüp. istanbul'un kıyılarına vuralı henüz çok yeni, kadınlarınsa kıyısına yanaşmak üzereyiz keşiften keşife koşmayı umarak oysa hep mahkumiyetten mahkumiyete.

daha sevmek nedir bilmediğimiz ve bu yüzden daha sevmekten korkmadığımız bir zamanlar. bir cenazeye ya da düğüne ithaf edilmiş çelenklerden kopardığımız kırmızı gülleri henüz kadınlığa terfi etmemiş bir kadına ellerimiz titreyerek vermek üzere koparıp

ama nedense ya yakamızda ya masamızdaki boş bir limonlu soda şişesinde kuruttuğumuz bir zamanlar;

>
>çünkü o gece çiçekler kimin için diye sorduğumda
>verdiğiniz cevabı tam olarak hatırlamıyorum. Çünkü
>cevabını duymak istememiştim. Çiçeğin gideceği kişiyi
>kıskanmıştım biraz.
>

Wednesday, June 25, 2008

bu nasıl bir bakış ki dünyaya intiharla

öyle ya kim sevişirdi acıları olmasa
kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam
-edip burada sizi seziyor-



öğle molasında ekmek teknesinin küçükyalı, adalar, boğaz manzaralı terasında yere yaklaşık yüzseksen derece paralel dikilmiş, gözlerimin seçebileceği en uzak noktayı arar gibi bakarken cansever’in uzaklara bakmanın köpekler ve acı çekenler için olduğunu anlattığı phoenix’i gayri-ihtiyari köpeklerle insanlar arasındaki bazı ortak davranışları da hatırlatıyor.

amaçsızca uzaklara bakarken de,
dili dışarıda kuyruğu sağa sola yalpa gözleri sürekli sahibinin gözlerinde iyelik belirten bakışlar ararken de

fark göremiyorum ya sen?
fark göremiyorum ya sen?

Tuesday, June 10, 2008

iyinin ve kötünün ötesinde

lost’un bir bölümünde sözde iyi adam’ı oynayan jack, sözde kötü adamı oynayan benjamin’i dış dünyayla bağlantı kurabileceklerine dair söylediklerinde yalan söylemekle itham edince benjamin linus’tan hayalkırıklığına uğramış bir adamın yüz ifadesiyle şaşırtan bir karşılık geliyor;

“jack, you break my heart”

ben’in bu tepkisine şaşkınlığımın uzun sürdüğünü hatırlıyorum çünkü tüm o bilindik klişeler ‘sözde’ kötü adamları duygusuz, ruhsuz , kalpsiz karakterler olarak yazıyor, çiziyor, betimliyor. buna göre benjamin gibi bir adamın kırılacak bir kalbi yoktur. öyleyse ben’in yalancı olmakla itham edilmeyi takmaması gerekiyordu.



coen kardeşlerin cormac mc carthy’nin romanından uyarladıkları ‘no country for old men’inde xavier bardem’in canlandırdığı anton chigurh da kafa karıştırmak için yeteri kadar ‘iyi’ bir karakterdi. klasik seri katillerden farklı olarak bu prensip sahibi ‘kötü’ adamımız kendi koyduğu kurallara sıkıca bağlı olması ve adalet terazisini kendince dengede tutma yöntemiyle şimdiye kadar karşılaştığımız ‘sözde’ kötü karakterlerden farkını belli ediyor.

müstakbel kurbanlarına verdiği, cebinden çıkarıp havaya fırlatacağı bozuk paranın yazı mı tu(ğ)ra olduğunu bilmelerini istediği son şansla seri katillerin tanrı rolüne soyunma heveslerini anımsatsa da chigurh doğru tahminle karşılaştığında oyunbozanlık yapmayıp bağışlayıcılığını sergiliyor. kırılan koluna tampon yapmak için gömleğini istediği çocuklara gömleğin bedelini fazlasıyla ödemek istemesi paçalarından kötülük saçılan bilindik ‘kötü’ karakterlerden çok farklı değil mi?

iyi ve kötünün sınırlarının çok belirgin kalın çizgilerle çizildiği romanların, ders kitaplarının, toplumun, hollywood’un, yeşilçamın, beyazcam’ın yarattığı iyi ve kötü arasındaki o belirgin farkın yavaş yavaş ortadan kalkması, belirsizleşmesi, –tıpkı gerçek dünyada olduğu üzere- daha gerçekçi profiller çizmesi adına sevindirici çünkü karakterlerin birer melek ya da şeytan olarak tasvir edilmeyeceği bir kurmaca dünyası ne kadar da kurmaca olsa gerçek hayata daha yakın duracak. ne iyiliğin ne de kötülüğün sanıldığı gibi bir yerlerde başlayıp bir yerlerde biten sınırları yok; pekala tek bir vücutta sürekli bir mücadele halinde birbirini dengelemeye çalışıyor, zamana, duruma, olanaklara bağlı olarak terazinin bir tarafı diğerine baskın çıkıyor olabilir.

iyi-kötü, siyah-beyaz, evet-hayır, bir-sıfır olmak zorunda değil. yıllar önce okuduğum bir yazının sonunda dediği gibi yazarın; gri güzel bir renktir.

Tuesday, June 3, 2008

çırpındıkça batıyorsun

kadıköy’ün biraz dışındaki bir havuzda seneler seneler evvel üç-dört yaşlarındaki bir çocuğun büyüttüğü su korkusunu yenmeye çalışıyorum. ilk dersimiz. hocamız havuzun iki buçuk metre derinliğinde olduğunu söylüyor. öyleyse babamın beni ilk kez suyla tanıştırmak için kollarımdan tutup fırlattığı kulleteyn’den daha derin değil. ama zaten boyu geçtikten sonra ister iki metre ister on metre olsun farketmezmiş.

suyla ilk temasım çok başarılı değil. dibe batmamaya, su yüzeyinde kalmaya çalıştıkça çırpınıyor, çırpındıkça dibe doğru batıyorum. can havliyle kulvar ipini tutarak kendimi yukarı doğru çektiğimde en az yarım litre de klorlu su yutmuş olmalıyım.

hocamız korkup panik yaptığım için su üzerinde duramadığımı söylüyor. ona göre kendimi rahat bıraktıktan sonra istesem de batamazmışım. dediğini yapıyorum; nefesimi tutup kendimi bırakıyorum ve bu bir mucize. artık, syrakusai’lı arşimet’ten binlerce yıl sonra suyun kaldırma kuvvetini yeniden keşfedenlerden biri de benim.

ilk ders bitiyor. dışarı çıkıp eve doğru yürüyorum. the smiths’in, there is a light that never goes out’una eşlik ederken bir yandan da az önceki su üzerinde kalma deneyimiyle hayatta kalma deneyimi arasında kurduğum benzerliği düşünüyordum. bazılarımızın hayatı da aslında böyleydi; çırpındıkça batıyorduk.

Wednesday, May 28, 2008

run forrest run



kaçmak, hep şimdiden, bazen geçmişteki anılardan, anılardaki birilerinden kaçmakla olmuyor. bazen de seni yolunun üzerindeki köşe başında bekleyen ne olduğunu bildiğin sondan da, geleceğinden de kaçmayı deniyorsun.

geçmişi değiştiremeyeceğini biliyorsun, şimdi için çabalıyorsun ve gelecekte seni bekleyen sondan da belki bir ihtimal kaçarak arkana bakmadan arkanda bırakmayı.

mesela bir cuma sabahı hiç hesapsız şehrin şehirlerarası otobüs terminaline gidip nereye gittiğine bakmadan gözüne kestirdiğin ilk otobüse binip birkaç gün sonra geri döndüğünde seni bekleyen geleceği arkanda bırakmış olmayı umarak.

biraz da kendinden kaçıyorsun çünkü kendinden kaçmak, her şeyden kaçmanın uç noktasıdır. korkularınla, hayal kırıklıklarınla, boy aynasında gerçeklerinle yüzleşmekten kaçmaktır.

ama kaçamıyorsun.

çünkü nereye gidersen git kafanın içindeki sınırları aşamıyorsun. ayaklarının uzanabildiği her toprak parçası, yerdeki, gökteki mavilik, kafanı çevreleyen sınırlardan daha geniş, daha uzak değil. hiçbir yere gidememiş olarak geri dönüyor, yoluna yürüyerek devam ediyor ve kaçmayı denediğin geleceği bekliyorsun; bir başka cuma sabahı beklenmedik planlanmadık bir diyalogu, bir çarpışma anını;

crash.

Monday, May 12, 2008

winners are simply willing to do what losers won't



yazının başlığı how to be a loser’da olabilirdi, winners rule’da. bu, ne tarafta durduğuna bağlı. aynı zamanda ne tarafta durmak istemediğine.

-durdurabilecek misin
+hayır
-ne yapıyoruz? ne yapacağımızı söyle
+sana vurmasına izin ver


‘bazen yapabileceğin hiç bir şey yoktur’ diye devam ediyor million dollar baby’nin anlatıcısı. narrator haklı; bazen rezil hayatının sana vurmasına izin vermenden başka seçeneğin yok. böyle olmayabilirdi, kuralları biliyordun, how to be a winner başlıklı klavuzların peşine takılabilirdin vs. vs. vs.



ama o şekilde kazanmak istemiyordun; “sana vurmasına izin ver”

galiba şimdiye kadar hep yaptığın buydu. başkalarının kurallarıyla bir winner olmaktansa kendi kurallarınla loser olmak.

“yara çok derin, kemiğe dayanmış olabilir. bir damarın parçalanmış olabilir ya da kan yeterince pıhtılaşmamış olabilir. etin değişik katmanlarında her tür kombinasyona rastlanır. franky de bunların her birinin nasıl çalıştığını bilirdi”

bu işleri franky kadar iyi bilmiyorsun ama hala hayattasın ve meydan okuyorsun;

“fuck you”

Saturday, March 29, 2008

hayatımızdaki insanları eksiltme klavuzu

onlar için ya bir yalnızlık anında çerez, şarap, birayla iyi giden bir aksesuarsınız, ya sinemaya, tiyatroya, konsere gitmek için bir partner. bir şehirli depresyonu anında kendilerini iyi hissettirecek, şımartacak, hoş sözler söyleyip güven tazeletecek birine ihtiyaç duyduklarında ya da bilişimciyseniz teknik, avukatsanız hukuki, doktorsanız ruhi, veyahut şoför ve yol desteğine ihtiyaç duyduklarında; “merhaba, görüşelim mi?”

onlara ihtiyaç duyduğunuzda yanınızda olmayacaklar; başka işleri vardır, başka planlar yapmışlardır, yalnız kalmak istiyorlardır, o gün bir gelsin duruma bakacaklardır. bu iletişim bir çıkmaz sokak gibi hep tek yönlü olduğunda. sizden onlara giden yollar kapalı, onların, kullandığı diğer herkes gibi, size doğru olan yolları hep açık olduğunda; yaşasın ölüm.

bu yalnızlık çağında birine ismiyle hitap etmek, biriyle göz göze gelmek bile çok fazla iken, hâlâ ‘neden bana azıcık ilgi gösteren’ diye başlayan cümleler kuruyorken onlar bu kadar bencil, narsist, egoist..

insan eksiltmek* ne güzel değil mi?


kill them and level up

* bizleri ‘insan eksiltme’ kavramıyla tanıştırdığı için seri kedi mıncıklayıcı’ya teşekkürler. o uzun bir süre daha yaşamayı hakediyor;)

Monday, February 11, 2008

berber koltuğu ritüelleri ve yıllar önce ormanda kaybolan beşiktaşlı duruşuyla olan karşılaşma



içerenköy'de klasik bir mahalle berberi. aynı anda üç kişiyi traş edebilecek şekilde yan yana sıralanmış üç ayrı berber koltuğunun ortasındakine oturuyorum. dördüncü gelişim olmasına rağmen hiç bir zaman aynı anda ikiden fazla müşterisi olduğunu görmedim. kapıda büyükçe bir türk bayrağı, karşımdaki aynaların hemen dibinde yere paralel başlayan berber tezgahının üzerinde mahalle pazarından çok ucuza alınabilecek çeşit çeşit şampuanlar, kremler, losyonlar ve bilumum traş ıvırzıvırları; fırçalar, taraklar, makaslar, usturalar, kullanılmış kullanılmamış jiletler. henüz koltuğa oturmadan berberle traşa başlamadan nasıl olacağıyla ilgili ve traştan sonraki sıhhatler olmasıyla ilgili temenniyi ileten sadece iki diyalog yaşayacağımızı bilmek beni rahatlatıyor. fazla soru sormayacağını ve seninle futbol geyiği yapmayacağını bildiğin bir berber. daha ne isteyebilirsin ki? koltuğa otururken bir yandan da aynadaki hiç bir zaman sevemediğim suratıma bakıyorum. ne bekliyordun ki benim adım george clooney değil.

sevgili ve sadık okur. iki aylık bir mullet style denemesinin daha başarısızlıkla sonuçlandığını bilmek senin için yeni bir haber sayılmaz biliyorum. ve zaten benim de artık çok skimde değil.

ve sıra bu topraklardaki hiç bir erkeğin hayatının uzuuun bir döneminde kurtulamadığı ritüele geliyor. kurbanlık kafan hariç her tarafını saran o beyaz örtü; kesilen saç kılları günlük elbiselerin üzerine yapışmasın, gömleğinin kazağının altından teninle buluşup seni uyuz gibi kaşındırmasın diyedir. bunu bilmek aynadaki o komik görüntüye kaçamak bakışlar atıp içten içe kendine gülmeni -belki kendinden utanmanı- engelleyemiyor. yedi yaşından sonra ayda ortalama bir kez traş olduğunu düşünüp hayatın boyunca böyle bir görüntüyle ikiyüzelli küsur kez karşılaştığını ve artık alışman gerektiğini kendi kendine söylenip bu seferliğine de konuyu kapatıyorsun.


aynanın yansımasından vitrinin önüne kurulup küçük dokuma tezgahına özenle, keyifle ve aşkla ilmik ilmik beşiktaş bayrağını örüyor genç bir adam. bunu yaparken çok mutlu olduğu çok açık. şimdi hep birlikte çocukluğuma iniyoruz; seksen yedi. on yaşındayım. gazeteler fenerbahçe maraş deplasmanında berabere kalıp bir puan bırakınca takımın kum sahadan olumsuz etkilendiğini yazıyor. erdi müjdat semih şeytanrıdvan. metin ali feyyaz. tek kanal var o da siyah beyaz. beko gordon milne veselinoviç orhan ayhan aslanlı filmler pazar konseri clementine. bjk-fb maçlarında iki takımın da formaları dikine çizgilerden oluştuğu için hangisi hangisi anlamıyorum. çocuk aklımla neyi anlamayı umuyorsam. süleyman seba. beşiktaşlı duruşu. işte bu. bak hatırladım şimdi. vitrinin önünde takım ruhuyla tuttuğu takımın renginde bayrak ören bu genç adam bir anda beni çocukluğumun beşiktaşlı duruşunun hükmünü sürdürdüğü zamanlara götürdü. çocukluk kahramanlarımın renkleri hep sarı-lacivertti ama şimdi bu genç adamı kıskandım. sothyz'i, silenzio'yu, ezgi'yi ve beşiktaşlı olduğunu bildiğim herkesi. optik başkan’ı. eksik olsun imparatorlar eksik olsun krallar sağlam kalsın sağlam olsun. siyah beyaz yaşam ölüm.

bu genç ayrıntıyı saymazsak artık beşiktaşlı da fenerli gibi cimbomlu gibi. diğerleri gibi. bütün duruşlar aynı yöne doğru olunca kaybetmek de kazanmak da önemsiz bir ayrıntı. neyse ki henüz tuttuğumuz takımın kazanmasına ya da kaybetmesine bahis oynamıyoruz. deymi?

Tuesday, December 18, 2007

cumhuriyet

“merkez'den kendini kurtaramayan adama?” “merkez'den disconnectus erectus'a?” “alo? alo beni duyuyor musun be adam?”

onları duyamam. -dışında değil- içinde yaşadığım dünyayla bağlantıları kestim. kimseyle konuşmuyor, gazete okumuyor, televizyon izlemiyor, radyo dinlemiyorum. dışarıda neler olup bittiğini bilmiyor, merak etmiyorum. yaptığım tek şey orada burada çalan şarkıların benimle ilgisi olduğunu düşündüğüm kısımlarına eşlik etmek. ve hep neden diye soruyorum? neden bu kadar ilgisiz, kopuk, bencil, şahsi, şahsi, şahsi, şahsi, şahsi, şahsi, şahsi.

ama dünyanın orta yerinde -neredeyse- inançsız, umutsuz, 6.647.654.324 dünyalıya karşı bir başına henüz kendi kişisel cumhuriyetimi ilan edememişken nasıl dünyayıkurtaranadam olmaya koyulabilirdim? ben dünyayıkurtaranadam değilim, önce kendimi kurtaracak, kendi cumhuriyetimi ilan edeceğim.

Thursday, December 6, 2007

olsa, başlangıçlar sona kalsa

...çocuklar gazoz içerken, bilmem dikkat ettin mi, bir yudum alırlar sonra kaldırıp bakarlar, bir yudum daha alırlar bakarlar. hep başlangıcı koruma isteğidir bu...



usul usul konuşuyorlar aralarında
denize bakıyorlar bazen -çatalını gezdiriyor biri tabağında-
gölgesi bir kuş ölüsü
karşıda yeni budanmış ağacın
-olsa, başlangıçlar sona kalsa-
kolyesiyle oynuyor kadın -tabağımda soyulmuş elma-
saatime bakıyorum sık sık
kapıyı gözlüyorum arada
biraz soğuk mu geliyor ne -kapatır mısın-
sinirli bir kırmızılık suya batıyor
düşünüyorum, ansızın bir dost yüzü
görmemiştim de yıllarca.
gelse
değişmiş çok, yaşlanmış da
sigaramı yakıyor durmadan
istemem diyemiyorum -ama yakmasa-
konuşuyoruz -konuşuyor muyuz-
yazmayı bırakmış çoktan
gerçi bir roman taslağı varmış kafasında
"bir elimde elma elmada bir el"
diyorum
hayretle bakıyor yüzüme
bir bardak bira içiyor, çekip gidiyor az sonra.
kadranı kırmızı saat
plasterle tutturulmuş kırık cam
şurda burda plastik çiçekler
evet, aralık kapıdan soğuk geliyor
tam kalbimin üzerine bu akşam.
ölüm
sen en güzelsin bu saatlerde
büyütmüş yetiştirmişsin beni
söyler miyim hiç sana hayran olmasam.
bugün de ince, bugün de kırıldı kırılacak
bugün de
tam nerede kalmışsam.

[sona kalsa / ec]

Wednesday, December 5, 2007

EAGLES___HOTEL_CALIFORNIA__.MP3



hotel california: kişisel bilgisayarlardan artık müzik de dinleyebileceğimizi öğrendiğimiz 90’ların sonunda –üstelik bir aşk şarkısı olduğu sanılarak- popüler olmasını zamanında bilgisayarlarla haşır neşir genç bir delikanlının, dönemin slow –olduğunu sandığı- şarkıları kopyaladığı cdsinden yirmi kopya yaparak eşe dosta dağıtmasına borçludur. eş-dost’un aynı paylaşım ruhunu sürdürmesiyle bu cd’nin kopya sayısı kısa sürede hatırı sayılır rakama ulaşmıştı. işte bugün taşrada olsun büyük şehirde olsun gideceğin bir mekanda styx’in boat on the river’ından sonra eagles'tan hotel california çalıyorsa bilmelisin ki cd çalar’da çalan şey zamanında o delikanlının yirmi kopyasını çıkarıp dağıttığı asıl cd’nin onuncu göbekten kopyalarından biridir. malum cd’deki diğer dosyalardan bazıları;

STYX_BOAT_ON_THE_RIVER.MP3, LIONEL_RICHIE___HELLO.MP3, BRYAN_ADAMS___EVERYTHING_I_.MP3, EYE_OF_THE_TIGER.MP3, METALLICA_NOTHING_ELSE_MATTERS.MP3, ROXETTE___LISTEN_TO_YOUR_HE.MP3, THIS_IS_MISSING.MP3, BERLIN_TAKE_MY_BREATH_AWAY.MP3, ALPHAVILLE_BIG_IN_JAPAN.MP3.

amına koyim: ilk bakışta karşısındaki muhatabıyla bir cinsel aktivitede bulunma isteği olarak anlaşılabilecek bu ifade esasen –özellikle 14-19 yaş arası erkeklerin jargonunda- bir şaşkınlık anındaki tepkiyi vurgulayarak ifade etmek için kullanılır. cümle içinde kullanımı; “amına koyim lan ronaldo’nun attığı golü gördün mü?”. mahallenin yaşça daha büyük abilerinin aynı durumlar için “hassiktir”, “oha lan şuna bak” deyimlerini kullanıldığı ayniyle vakidir.

hollywood affect: csi-miami, ally mac beal, the o.c. veya desperate hoousewifes gibi dizilerin etkisiyle beyinde gerçekdışı amerikan imgesi oluşması. hayır arkadaşım, onlar da ay ortasında avans formu doldurup personel müdürüne veriyor, parasız kalıp arkadaşlarından borç para isteyebiliyor, taksitle tost makinesi, cep telefonu alabiliyorlar. onların da ütüsüz pantolonla, kirli, çamurlu ayakkabılarla işe geldiği, dolaştığı günler oluyor. onların arasında da belediye otobüslerine binip ayakta kalanlar, akbil gibi bir şey kullanıyorlarsa bazen kredilerinin bittiği oluyor. ve onların da çoğunun kendilerini önemli hissettirecek bir işleri yok; ne bir şirkette üst düzey yönetici ne de bir cinayet dosyasını soruşturan bir dedektifler; senin de yaptığın gibi tüm gün bilgisayar başında oturup arkadaşlarına aptalca e-mailler fwd edip duruyorlar. ve tabi ki ağızlarından çıkan bütün cümleler zekice birer ‘quote’ değil; dizilerindeki, filmlerindeki gibi birbirlerini karşılıklı quote’lerle alt etmeye çalışmıyorlar.

şimdi git ve kendine bir kahve koy.

Sunday, December 2, 2007

proxy sever


artık inanamıyoruz; ama inanana inanıyoruz. artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz. artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz. istemek, yapabilmek ve bilmek eylemleri terk edilmedi ama bir başkasına devredilerek genel olarak ilga edildiler. [jb]

Saturday, December 1, 2007

sevda bir ateş buldu sende*

...sevda bir ateş buldu sende,

eğilip öptü seni
artık kimse denizi bilmiyor

dirseklerini masaya koyuşundan belli
gelip geçen bir günü bitirmek istemediğini
sevda bir umut buldu sende

ey bir yolcu listesinde bir ölüyü arayan
artık kimse gözlerini bilmiyor

*edip cansever

Sunday, November 18, 2007

merhaba ben romeo



yattığı yerden kafasını kaldırmadan gözlerini hafifçe aralayarak kendisini uyandıranın ne olduğunu anlamaya çalıştı; ‘the x files’. en sevdiği televizyon dizisinin melodisiyle bile olsa bu saatte uyandırılmak hoşuna gitmemişti. “siktir ya kim bu saatte arayan” dedi kendi kendine söylenerek. yanı başında duran telefona uzandı, arayanın kim olduğuna bakmadan ve karşıdakinin uykulu olduğunu anlamasını sağlayacak bir tonda “efenim” dedi.

“merhaba, ben romeo” dedi arayan eski zamanların yeşilçam film jönlerinin ses tonuyla. gözlerini birkaç saniyeliğine havaya dikip hafızasına kısa sürecek bir yoklama çekip arayan kişiyi tanımadığına emin olduktan sonra “yanlış numara birader” dedi. “romeo isminde birini tanımıyorum”. romeo’nun bir şey demesine fırsat bırakmadan telefonu kapattı ve ‘bay yanlış numara’nın bir kez daha aramayacağından emin bir şekilde yatağına uzandı.

ama yanılmıştı; “siktir ya”. the x files yine çalıyordu. bu kez yerinden kalkmadan ve hatta gözlerini bile açmadan telefonu kulağına götürdü ve “anlatamadım galiba bay romeo, yanlış numara dedim. tanıştığımızı sanmıyorum”. cümlesini bitirdiğinde gözlerini açmıştı.

“tanışmadığımızı biliyorum” dedi. “ben romeo, gerçek aşkın savaşçısı”.

içinden bir lahavle çekip ve -özellikle karşıdakinin bunu duymasını sağlayacak şekilde- tüm nefesini dışarıya vererek “peki romeo bey, sizin için ne yapabilirim?” dedi. “sizi dinliyorum”.

“yanlış soru” diye karşılık verdi romeo. “sormanız gereken 'benim için ne yapabilirsiniz' olmalıydı”.

“hadi ya. hem sabahın köründe tanımadığın birini uykusundan uyandıracak kadar densizsin hem de ukalasın” dedi. bu kez sesinde kolaylıkla fark edilebilecek bir alay vardı. sonra da ekledi; “benim için ne yapabilirsin ki?”.

romeo gülmeye başladı. “bu şekilde tepki göstereceğini söylemişlerdi” dedi. “ama sana yardım edeceğim”.

lise yıllarında bıyıkları yeni terleyen hıyar arkadaşlarının yaptığı eşek şakalarını hatırlatan -bu hiç de komik olmayan- şaka gibi telefon çağrısına ve sözüm ona romeo’ya sinirlenmemek mümkün değildi. “ne yardımı birader, ne diyorsun sen kaplama?”. bu kez ses tonunu evdekileri de uyandıracak bir şekilde yükseltmişti.

“sinirlenme hemen. aşk hayatında problemler yaşadığını duydum. sana bu konuda yardım edeceğim. ben romeo, gerçek aşkın savaşçısı.” dedi bay romeo.

sonra sorular üst üste gelmeye başladı; “gözüm bundan sana ne? nereden duydun? kim söyledi? hem nasıl yardım edeceksin”. bir yandan da iyice meraklanmaya başlamıştı. the x files melodisiyle uyandırılmak belki de günün kalanının heyecanlı bir the x files dizisi kıvamında geçeceğine dair bir işaretti.

“bir saat sonra kadıköy starbucks’ta. geleceğini biliyorum. devamını ve sana nasıl yardım edeceğimi orada anlatacağım." dedi romeo.

“peki” dedi. “tuhaf ve saçma olduğunu bilsem de içimden bir ses gitmemi söylüyor. geleceğim. peki seni nasıl tanıyacağım?”.

“ha ha” diyerek güldü. sesinde karşıdakini nihayet yola getirmiş birinin verdiği tepeden bakan bir hava vardı. “belki söyleyeceğim çok klişe ama içindeki sese kulak ver. beni tanırsın. ben orada olacak herkesten farklıyım. geniş yakalarım var. ben romeo, gerçek aşkın savaşçısı beep beep beep beep beep beep”. bu kez telefonu kapatan romeo’ydu.

gitmeliydi. evet kadıköy starbucks’a gidecekti. ayağa kalktı, seslere uyanan babasından bir yandan rutin sabah ereksiyonunu saklamaya çalışırken bir yandan da durumun önemli olmadığını anlatmaya çalışıyordu. duş almak için banyoya doğru giderken, hamburgercide tanıştığı ‘piliç’e “i’m unemployed and i live with my parents” diyen george costanza’dan tek farkım bir işimin ve tepemde hala saçlarımın olması dedi kendi kendine. bu kez kendine sinirlenmişti; “sikeyim, eşek kadar oldum hala ailemle yaşıyorum”.

14R otobüsünün gelmesi için durakta fazla beklemesi gerekmemişti. akbilini dokundururken fazla kontörü kalmadığını görünce indikten sonra kontör yüklemeye karar verdi. önlere doğru ilerlerken otobüsteki kızların hepsinin ama hepsinin, üzerinde isimlerinin yazdığı kolyelerden taktığını fark etti. bir an için kendini otobüs muavinin yerine koydu ve otobüs içi yolcu yerleştirme organizasyonu için o isimleri kullanabileceğini düşündü; “ayşe sağa geçer misin?”, “çağla yolu kapamasana”, “aslı yanında üç kişilik boş yer var, ilerle”. komik olurdu diye düşündü. ama faydalı da olabilirdi. üzerinde isim yazan bir kolyesi olmadığına şükretti. otobüs yolun yarısına geldiğinde hafif volümlü radyodan gülben ergen çalmaya başladı. “sen güneş benay / hah hah hah ha ha”. neredeyse ağzına kadar dolu bir otobüste yolculuk etmekten daha kötü bir şey varsa bu da o otobüste gülben ergen çalmasıdır. sinirlenmişti. gülben ergen. o sinirle birden gülben ergen’in isminden bir sürü isim türetebildiğini fark etti; gül benergen. gülbe nergen. gülbener gen. icadından pek gurur duymasa da en azından şarkı bitene kadar kendisini oyalamıştı. otobüs son durağa yanaştığında “siktiğimin yolculuğu sonunda bitti” derken son zamanlarda çok fazla küfür etmeye başladığını fark etti. bu samimi olmak adına iyi bir şey dedi kendi kendine. “samimi olmak iyi ama yine de küfürü azaltmalıyım” dedi.

kadıköy starbucks indiği yere üç dakika yürüme mesafesindeydi. hava esiyordu, montunun önünü kapatıp trafik ışıklarına aldırmadan oraya doğru yöneldi.

starbucks’ın önüne geldiğinde adamının içeride mi dışarıda mı olabileceğinden emin değildi. henüz çok erken olduğu için içeride pek kimse yoktu. dışarıdaki sigara içilen bölüme bakmak istedi. dışarıda birbirine yakın üç ayrı masada oturan üç adam ve köşede yanağının elmacıklarında küçücük siyah noktalar olan çekici bir kadın vardı. bu juliet olmalı dedi kendi kendine, hafifçe güldü, bir an için buna inanmak istedi. “siktiğimin işine bak, ben şimdi burada juliet ile buluşuyor olmalıydım” dedi.

sonra içlerinden biri olabileceğini düşündüğü yan yana ayrı masalarda oturan üç adama yaklaşıp ortaya hitaben “romeo hanginiz?” diye sordu.

üçü de aynı yaşlarda, aynı saç kesimine sahip ve geniş yakalı gömlek giymiş bu adamların üçü aynı anda ayağa kalktı ve sanki bir koronun birer üyeleriymişler gibi aynı şeyi söylediler;

“merhaba ben romeo. gerçek aşkın savaşçısı. yalnızlık bitti sil gözyaşlarını.”

“hassiktir” dedi. önce bunun bir kamera şakası olduğunu düşündü, sağa sola baktı kimse yoktu. kamera şakası olmasa bile birilerinin kendisiyle ciddi bir şekilde dalga geçtiğini düşündü, düşündü, düşündü. üç adam hala karşısında ayakta bekliyorlardı. bu oyunu bir an önce bitirmek istedi, arkasına bakmadan sokağın yukarısına doğru yürüyüp gözlerden kaybolmaya başladığında geniş yakalı üç romeo ayakta dikilmiş arkasından bakmaya devam ediyordu.

bir ara derinlerden bir yerden annesinin sesini duydu; “oğlum uyan kahvaltı hazır”.

Friday, October 19, 2007

readme.txt

ç’köfte: yıllardır çiğ köfte olarak bildiğimiz, yoğurduğumuz, yediğimiz bu lezzetli kahverengimsi çiğ köftelere, çiğ köfte yerine artık ç’köfte diyerek et, bulgur, salça, soğan’ın yanına neden bir fransız esintisi katmayalım. ve artık neden bir rata touille provençale, bir escargot du chateau concorde’nin yanında bir de ç’köfte söyleyip isteyenimiz sarkozy’yle, isteyenimiz mylêne farmer’la kadeh tokuşturmayalım ezilmeden, büzülmeden, neden. enjoy.


rick: “bir porsiyon ç’köfte’ye ne dersin?”
ilsa: “bayılırım”

zurück: geri, geriye, arkaya; geride, arkada anlamına geldiğini söylese de almanca&türkçe sözlükler, lise yıllarında gidilen ikisi konulu, biri van damme filmlerinden oluşan sinema günlerinden apartılan kelimeleri saymazsak -ichkomme/schönn- almanca’ya ipek ongun edebiyatına olabileceğimizden daha uzak olan bizler ortadaki r’yi uzattarrrak anlamak istediğimiz gibi tercüme ediyoruz. cümle içinde kullanımı; “zagor orhan, kahvede okey oynarlarken taş çalan ayhan’ı ‘bize de mi len zurrück’ diyerek onyedi yerinden bıçakladı”.

Friday, October 12, 2007

hayat ne tuhaf facebook'ta eski bir tanıdığı görmek falan



öylece karşımda duruyordun kollarını iki yanında kavuşturmuş, objektife 33%'lük bir gülümsemeyle bakarken. hiç değişmemişsin diye yazmayı düşündüm; "en son görüştüğümüzden, hayatımdan çıkmayı seçtiğinden, bırakıp gittiğinden beri. kaç yıl geçmiş aradan, aynı gülümseme, aynı bakışlar. muhtemelen tek fark, ağarmaya başlayan saçlarını kapatmak için daha fazla boyaya ihtiyaç duyuyorsun. ve o hüzünlü bakışların üzerine bilgelik eklenmiş; hayatı çözmüş gibi bakıyorsun".

sonra -muhtemelen karşına çıkan ilk erkekle- evlenmiş olduğunu fark ettim, onun soy ismini aldığını. bazen kopmuş bir bağlantıyı onarmak için elimize fırsatlar geçer ama bazı zamanlar bunu yapmaktan kaçınmalıyız. mesaj göndermekten de, seni dürtmekten de vazgeçtim; "forget her".

bir yerlere varmak yerine, bir şeylerden kaçmak için bir yerlere tutunmaya çalışanların çoğunlukta olduğu bir dünya bu. ve sen de yıllar önce, o zamanlar benim de yaptığım gibi bir şeylerden kaçmayı seçmiştin. bense artık bunu yapmıyorum, kaçmıyorum, -eninde sonunda bir yerlere varmak için- bir yerlere tutunmadan yolumu bulmaya çalışıyorum. gerçi fotoğraf albümündeki bakışların her şeyi anlatıyor ama umarım mutlusundur. iyi bayramlar.

Friday, August 24, 2007

peki ya mutlu olursak?

“bence sen birine bağlanmaktan korkuyorsun” / e. – 2004


yaptığımız hesaplamalara göre(x^n = [e^(n ln x)] [n/x] = x^n n/x = n x^[n-1] sonucuna pi’nin karekökünü de eklediğimizde haklılığımız kanıtlanıyor) müstakbel refikamızın bundan birkaç on sene sonra annesine dönüşeceği ve bu gerçekleştiğinde şimdiki biz kirli sakallıların da bıyıklı babalarımıza dönüşeceğimiz ihtimallerini şimdilik görmezlikten gelelim; gelecekte ne o annesinin bir kopyası olacak, ne de sen babana dönüşeceksin.

ama ya yıllar sonra arabanın, evin taksitleri, ya çocukların okulu? yemeğin tuzunu fazla kaçırmalar? ödenen, ödenecek elektrik, su faturaları, bayramlar, el öpmeler, aile ziyaretleri. şehvet ve tutkunun yerini alacak göbek, selülit ve aşk tutamaçları 'love handles' -neyse ki aşk hala mevzubahis-. yani ya hala neyin kısaltması olduğunu öğrenemediğimiz aşk, beklenen sonla karşılaşıp aşkanlığa dönüştüğünde? bunları da geçelim.

peki ya istediğimiz her şeyi elde ettiğimizi, gidilecek her yere gittiğimizi sanırsak? peki ya mutlu olduğumuzu sanırsak?

peki ya mutlu olursak?

Sunday, July 29, 2007

holyshit



bu anlatacağım lanet olası bir hikaye. bakarsın bazen hayatta bazı şeyler olur ve sen tamam dersin oldu işte. bazen de keşke hiç olmasaydı dersin. dostum bu, bu hiç adil değil. hiç değil. hey, kahretsin. sanırım yağmur yağıyor ve sanırım ıslandım. biri şu yağmuru durdurabilir mi? neyse, bu işler nasıldır bilirsin ahbap. hadi, hadi yapma adamım bilirsin işte. bildiğini biliyorum. işte bu sensin dostum. evet evet sanırım bu sensin. şimdi kendine ve bana bir iyilik yap ve git kendine. sadece ve sadece git ve git kendine.

yalnız ve umutsuz hissettiğinde kendini şımartıyor ve kendine bir demet gül alıyorsun. kendine bir iyilik yapıp öğle yemeğinde kendine vanilyalı pasta ısmarlıyor, akşam yemeğinden sonra kendine bir içki koyuyorsun. kendini sevindirmek isteyip vitrinde gördüğün mor bluzu alıyorsun. aynanın karşısına geçip türlü şaklabanlıklar yaparak kendini güldürüyorsun. ama sadece kendini kandırıyorsun narsist, nihilist, kendine komunist seni. sadece ve sadece git ve git kendine.

bana gelince, bir tümörüm olsa adını metin koyardım. tümör metin.


Wednesday, July 18, 2007

hayat versus sen



mesele skor yapmak değil. kaybetmek, kazanmak hiç değil. kuralları ve ne kazanıp ne kaybedeceğini öğrendiğinde “değmez” diyeceksin.

hayattaki en büyük başarısı, klozetteki bok kalıntılarını işeyerek temizlemek olan biri olmak sana yetecek ve yoldan geçecek ilk arabanın renginin kırmızı olduğunu bilip mutlu olacaksın ve bunlarla yetineceksin.

bir ara başını kaldırdığında parlak ışıklarıyla sana gülümseyen tabelayı göreceksin: hayat - sen: 4-1. boş verip son düdüğü bekleyeceksin.